Sabahçı Kahvesi

Yazın kavurucu sıcakları yavaş yavaş yerini ılgıt ılgıt esen ılık meltemlere ve hafifçe çiseleyen yağmurlara bırakmıştı. Sonbaharın belirtileri her yerde hissediliyordu.

Sabahçı Kahvesi

Yazın kavurucu sıcakları yavaş yavaş yerini ılgıt ılgıt esen ılık meltemlere ve hafifçe çiseleyen yağmurlara bırakmıştı. Sonbaharın belirtileri her yerde hissediliyordu. Ormanda sarının her tonu vardı. Ağaçlara veda eden yapraklar sağa sola savruluyordu.  Köyde kış hazırlıkları yoğun bir şekilde devam ediyor; bir taraftan pekmezler kaynıyor, bir taraftan da turşular kuruluyordu. Pekmez kazanlarının altındaki ateşte mısır közlemek ayrı bir zevkti. Tarhanalar çoktan dolaplara yerleşmişti. Eskiler böyle zamanlara “çakım vakti” derlerdi. Tarladaki ekinler harman kenarlarına yığınlar halinde toplanmış, “düven”le sürülmeyi bekliyordu. Bir harmanı üç aile ortak kullandığı için zaman sıkıntısı yaşanıyordu. Yağmurlar başlamadan samanın samanlığa, buğdayın ambara doldurulması gerekiyordu. Harman günleri yetişkinler için büyük bir sıkıntıydı ama çocuklar için apayrı bir zevkti. “Düven”in üzerine binerek tur atmanın tadına doyum olmazdı. Harman günlerinin gecesi de bambaşka olurdu. Gündüz saman haline getirilen ekin yığınları harmanın ortasında toplanır, samanla buğdayın ayrılması için rüzgarda savrulurdu. Bazı geceler rüzgar esmez, saatlerce beklenirdi. Elektrik olmadığı için lüks lambaları yakılır, çocuklar yığınların arasında saklambaç oynardı. Tepenin arkasından yavaş başını uzatan ay geceye ayrı bir güzellik katardı.

Bu hummalı çalışmalar sürerken Hüseyin de ayrı bir telaş içindeydi. Ortaokula başlamak için gün sayıyordu. Bir taraftan seviniyor, bir taraftan da köyünden, ailesinden ayrılacağı için üzülüyordu. İlk defa ailesinden ayrılacaktı. Kendisini nasıl bir ortamın beklediğini de bilmiyordu. Babası:

- “Oğlum, şubat tatilinde kar nedeniyle yollar kapalı olur, yaz tatiline kadar gelemeyebilirsin.” Demişti. Bu, hiç hoşuna gitmedi. Köydeki kış günlerini çok severdi. Karın lapa lapa yağışını, köknar ağaçlarının dallarında birikmiş kar kümelerini, naylon gübre çuvallarının üzerine binip kayak yapmayı bir daha yaşayamayabilirdi. Bütün kış mevsimini gurbet ellerde geçirmek istemiyordu.

Nihayet beklenen gün geldi. Tahta bir bavul hazırlanmış, Sümerbank mağazasından sağlam bir takım ayakkabı ve ucuzundan bir takım elbise alınmıştı. İlk defa ayakkabı ve takım elbise giyecekti. Eşyalarını özenle bavuluna yerleştirdi. O, bavulunu hazırlarken izleyen annesi ağladığını göstermek istemiyordu. Ayakkabılarını bir poşete koyup çamurlanmasın diye yanına aldı. Minibüse kadar kara lastikleri giyecek, her ihtimale karşı onları da bavuluna koyup götürecekti. Babası:

-“Haydi oğlum geç kalıyoruz, minibüsü bekletmeyelim, yürüyecek bir saatlik yolumuz var.”  Deyince annesinin elini öpüp ablası ve kardeşiyle vedalaşarak yola çıktılar. Ablası arkalarından bir maşrapa su döktü. Yol üzerindeki Şaban Amcalara ve İrfan Amcalara da uğrayarak vedalaştı.

Köyün başına çıktıklarında geri dönüp uzun uzun bir daha baktı, sanki bir daha buraları göremeyecekmiş gibi hüzünlendi. Yaklaşık bir saatlik yürüyüşten sonra buluşma yerine vardılar.  Kendilerini bir kamyon bekliyordu. Kamyonun etrafında da civar köylerden şehirde değişik okullarda, genellikle liselerde okuyan  15- 20 kişi vardı. Onların babaları yoktu. Bir de sanat okulunda görevli Sabri öğretmen vardı. Hüseyin:

-“Baba, kamyonla mı gideceğiz?”

-“Yok oğlum, olur mu? Şimdi öğreniriz.” Diyerek önceden tanıdığı minibüsün sahibiyle konuştu. Minibüs arıza yaptığı için kamyon kiralayıp şehre, sanayiye götürüyormuş. Başka araba olmadığı için de yolcular kamyonun üzerindeki minibüse bineceklermiş.

Öyle de yaptılar, herkes tıka basa minibüse bindikten sonra kamyonun kasaları kapatıldı. Artık şehir merkezine kadar minibüsten çıkma imkanı yoktu. 120 kilometrelik yol, ne olacak ki, diyebilirsiniz. Hiç de öyle değildi. Gidilecek yol, saatte ancak 15-20 km hız yapılabilen bozuk ve stabilize bir yoldu.  Anlayacağınız 7-8 saat sürecek zorlu bir yolculuk başlıyordu.

Önce Kızılcasu’ya vardılar. Burada orman işletme şefliği vardı. Yeşillikler içinde bir cennet köşesiydi sanki. Bir sürü çalışan memur ve işçi vardı. Dağın zirvesinde bir kasaba gibiydi.

Öğretmen, her yerde öğretmendir. Sanat okulunda öğretmenlik yapan Sabri Bey, buraları iyi bildiği için arabadakilere rehberlik yapıyordu. Gökçeağaç’ı geçtikten sonra Ballıdağ’a vardılar. Dağın başında, çam ormanlarının içinde lüks bir oteli andıran devasa bir bina ile karşılaştılar: “Ballıdağ Gögüs Hastalıkları Sanatoryumu.”  Sabri Hoca, hikayesini anlattı: Burada yaşayan bir çoban, verem hastalığının ölümcül olduğu dönemlerde bu illete yakalanmış, İstanbul’daki muayene sonucunda doktorlar tarafından kendisine altı aylık ömrü kaldığı bildirilmiş. Eğer, verilen perhize harfiyen uyarsa birkaç ay daha yaşayabileceği söylenmiş. Köyüne dönünce koyunlarını alıp Ballıdağ ormanlarında çobanlık yapmaya başlamış. Her gün doktorların dediğinin tam tersini yapıyor, nasıl olsa öleceğim diye, doktorlar neyi yasakladıysa onları yiyormuş. Verdikleri sürede ölmeyince, bir yıl sonra kontrole gittiğinde hastalığının tamamen iyileştiği anlaşılmış. Ballıdağ’a bir heyet gönderilerek incelemeler yapılmış ve bu çam ormanlarının içerisine Türkiye’nin en büyük verem sanatoryumu kurulmuş.

Yolculuk çok yorucu geçiyordu. Arabadakilerin çoğunu araba tuttu, kapılar da açılamadığı için iyice bunaldılar. Hüseyin de sersemlemiş, öndeki koltuğa başını dayayarak uyumaya çalışıyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra akşama yakın şehre ulaştılar. Hüseyin ve iki arkadaşı dışında herkesin yeri yurdu belliydi. Evlerine ve yurtlarına dağıldılar. Onlarsa beş kişiydiler, üç öğrenci ve iki veli. Bir arkadaşlarının babası gelememiş, onlara emanet edilmişti. Okul kayıtları önceden yapılmış ancak asıl önemli olan kalacakları yurda henüz başvurmamışlardı. Yurt sorumlusunun sabah geleceğini öğrenerek ayıldılar. Hava kararmaya başlamıştı, acilen bir otel bulmalıydılar. Zaten topu topu iki otel vardı: Birisi meşhur Selvi Otel ki orada kalma imkanları yoktu, lükstü ve çok pahalıydı. Diğeri ise genellikle şoförlerin konakladığı Ilgaz Palas Oteli. Maalesef orada da yer bulamadılar, okulların açılış dönemi olduğu için çok kalabalıktı. Tanıdıkları bir akrabaları da yoktu. Babası:

“Çocuklar, yapacak bir şey yok, burada sabahçı kahveleri vardır, sabaha kadar açıktır, orada sabahlayacağız.” Dedi. Bir sabahçı kahvesi bulup oturdular. Neredeyse orada bile yer bulamayacaklardı. Yalnız bu kahvelerin bir özelliği vardı, uyumak kesinlikle yasaktı. Zaten yolda pestilleri çıkmış, ayakta zor duruyorlardı. Yaz olsa bir parkta, banklarda uyuyabilirlerdi ama havalar soğumuştu, özellikle geceleri serin oluyordu. Başlarını masaya koysalar garson gelip uyarıyordu, dışarı çıksalar bir daha oturacak da yer bulamayabilirlerdi. On beş dakikada bir çaylar tazeleniyor, öncekiler içilmeden geri götürülüyordu. Hüseyin:

-“ Baba içmediğimiz çayların parasını verecek miyiz?

“Tabi oğlum, yapacak bir şey yok.”

Hüseyin, çaylar gelir gelmez çay tabaklarındaki şekerleri topluyor, aklınca zararı azaltmaya çalışıyordu. Hem de gece boyunca ne kadar çayın geldiğini öğrenecekti. Dakikalar yıl olmuş, geçmek bilmiyordu. Nihayet dışarıdan yanık bir ezan sesi duyuldu. Sabah olmuştu.

-“Haydi çocuklar, esaretimiz bitti .” Dedi babası.

Hüseyin’in ceketinin cepleri şekerle dolmuştu. Oturdukları çay bahçesinde cebindeki şekerleri masaya boşaltıp saydı: Tam 190 taneydi. Parmaklarıyla hesaplamaya başladı: Önce beşe böldü, çıkan sayıyı da ikiye bölerek kişi başı bardak hesabını yaptı. Matematiği fena sayılmazdı da parmaklarını katmasa iyiydi. Orman işletmesinde depo memuru olan Şaban amcası sürekli kendisine tomruk hesapları yaptırdığı için dört işlemi oldukça gelişmişti.

Uzatmayalım, tam 95 (Yazıyla doksan beş) bardak çay parası ödeyerek hayatları boyunca unutamayacakları sabahçı kahvesinden ayrıldılar.

Hüseyin AY
Edebiyat Öğretmeni