Kimdir Zeynep ERONAT? Kendini nasıl tanımlar, nasıl bir çocuktu, biraz bahseder misiniz?
Zeynep Eronat bir zamanlar annesinin koca bebeğiyken annesini kaybedince ışık hızıyla yaş almış bir kadın aslında. Ruhum hep 17-20 arasında gider gelirdi, şimdi belki de 100 yaşındayım… Annesizliğe hala alışamadım ve hala kabullenemiyorum maalesef. Hayatımın en büyük, en acılı travması bu. Annem benim hem en samimi kız arkadaşım, çocukluk arkadaşım, hem annem hem her şeyimdi. Herhâlde işin bu kısmında hiç sönmeyecek bir ateşin içinde yavaş yavaş yanacak kalbim… Bunun dışında bir oyuncuyum. 38 yıldır sahnedeyim. Yani sahnede derken, mesleğimle ilgili hem sahnede hem kamera önündeyim. Yeniden dünyaya gelsem gene aynı mesleği seçerdim. Gayet asosyal, gayet utangaç, gayet evde kalma aşığı biriyim. Vallahi utangacım. Mesleğime çok aykırı aslında bu utangaçlık biliyorum ama mesleğimi yaparken de ben ben değilim nasıl olsa… Aşırı hassas, kafası karışık, çok düşünen bazen düşüncelerin içinde düğüm olan bir kadınım… Hayatımda en kıskandığım kişiler vurdumduymazlar ve yemek yiyip yiyip kilo almayanlar. Telefonla uzun uzun havadan sudan konuşmak beni hastanelik edebilir. Buna tahammül edemediğimden ve buna insanları bir türlü inandıramadığımdan çok arkadaşımı küstürdüm. Klostrofobik, mesleğim dışında asla talimat alamayan, görgüsüzlüğe ve kabalığa tahammül edemeyen, insanları sıkmaktan, üzmekten, onlara yük olacağım diye aklı çıkan biridir bizim Zeynep. Daha bir sürü şey işte.
Oyuncu olmaya ne zaman karar verdiniz?
Oyuncu olmama ben değil annem karar verdi aslında. Üniversite sınavlarında yüksek puan alıp yanlış tercihlerden dolayı okulsuz kalmış evde aylak aylak dolanırken annem birden elindeki işleri bırakıp beni apar topar Ankara Devlet Konservatuarı’na götürdü. Gazetede okumuş ki tiyatro bölümü öğrenci alacak bu yüzden sınav açmış. Annem de benim çocukken oynadığım Türk filmi konulu evciliklerimden dolayı “bu kız tam oyuncu olacak kız” dermiş ta o günlerde. İşte bu yüzden de ilanı görür görmez hemen harekete geçmiş. Kayıtların son günü ve son 4-5 saatinde yetiştik sekretaryaya. Şartları yerine getirdik ve bir hafta sonra sınava bir dram, bir komedi tirat bir de şiir hazırlayıp gelecek dediler. Ben olayın ne farkındayım, ne de ciddiye alıyorum. Durumla müthiş dalga geçip anneme söyleniyorum. Haberim dahi yoktu böyle bir okuldan inanın. Çünkü bütün çocukluğum babamın memuriyeti dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli illerinde geçtiği için ilgi alanımda da değildi. Neyse ben anneme diyorum ki “Bak tirat mirat diyorlar o ne bilmiyorum, nerde satılır nerde bulunur anne saçmalama gel gidelim eve kahve yapayım sana.” Annem yüzüme bile bakmadan hızla yürüyor yürürken de bana laf yetiştiriyor. “Başlatma kahvenden yürü bakayım istikbalin söz konusu çocuğum” dedi ve biz İzgi Teyze’nin evininin yolunu tuttuk. İzgi Teyze annemin kankisi. İzgi Teyze’nin de diğer kankisi Güven Hokna. Beni aldılar karga tulumba Güven ablanın evine götürdüler. Sonrası ışık hızıyla oldu bitti. Biz bir hafta Güven ablayla çalıştık. Ben tiyatro mesleğiyle ilgili bir sürü şey öğrendim, öğrendikçe yüreğim çarpmaya, Güven abladan gözümü alamadıkça hayaller kurmaya başladım. Sonuçta sınavları kazandım ve 22 yaşımda mezun olup Devlet Tiyatroları’na kabul edildim. Ve ikinci hayatım başlamış oldu böylece. Gene annem var yani işin içinde…
İlk sahneye çıktığınız rolü hatırlıyor musunuz? İlk sahneye çıktığınızda neler hissettiniz?
Aslında biz okula başlar başlamaz daha ikinci üçüncü derste hocalarımız tarafından sahneye çıkartıldık. Meslek uygulamalı ve bol bol pratik yapmak gereken bir meslek olduğu için sahnede olmaya mecburduk. Duyguları ve olayları hiç ses çıkartmadan bedenle ve yüzümüzle ifade etme dersleri bir yıl sürdü. Bedenimizi kullanmayı, duyguları doğru ifade etmeyi, konsantrasyon tekniklerini, sahne disiplinini, hep bu derslerde öğrendik. Bu sırada büyük sınıfların derslerine de izleyici olarak girerdik bir kısım meraklılar olarak. Üçüncü sınıftayken son sınıfın mezuniyet oyununda bir role seçti beni Cüneyt Gökçer. Andorra diye bir oyun. Ama ne oyun. Zor, trajedinin dibi… Benim rol daha da zor. Ama ne çalıştırdı beni Cüneyt Hoca var ya suyumu sıktı, posamı çıkarttı. Hiç kırmadan, öz güvenimi kaybettirmeden, öve öve, seve seve, büyük bir şefkatle ve sabırla. Zaten o çalışmalarda çok büyük yol kat ettim. Canım hocamın ve diğer meslek hocalarımızın emekleri çoktur üstümüzde de. Hakları ödenmez. Şimdi hepsi gittiler, ruhları şad olsun… Neyse biz oyunu çıkarttık. Oyunun ilk gecesi hepimizin aileleri, eşi dostu, okulun tüm hocaları davetli. Mahşer kalabalığı bizim gözümüzde. Salon doldu taştı. Ha bu arada oyunu da baya profesyonel tiyatro salonunda oynuyoruz biz tıfıl civcivler olarak. Sanırım Ankara’daki Yeni Sahne veya Küçük Tiyatroydu. İşte o gün o saatte sahneyle değil de seyirciyle ilk buluşmamdı. Son 10 dakika, son beş dakika. Diyorum ki içimden “Keşke dursa şu kalbim, ölsem şuracıkta, ya da bir yerim kırılsa da çıkmasam oraya.” Fırtınaya tutulmuş savrula savrula sallanan tabelalar gibiydik hepimiz. Aman Allah’ım o ne heyecan. Karnı ağrıyan, nefesi tutulan, sesini yutan. Küçücük çocuklarız 20’li yaşların en başında. Kakara kikiri yapan, uçarı, yaramazlık peşinde, bazen şımaran, küçük oyuncu adaycıklarıyız… İş ciddiye binince biz o kaygısız tıfıllar dut yemiş bülbüle döndük. Bunca heyecana dayanmak en zoru gibi geldi bize… Bilebilseydik en tatlısı buymuş bu mesleğin. En olmazsa olmazıymış… E sonuçta bir türlü ölemedik o kuliste. Son 5, son 3, son 1... Hazır ve perde. Hiç şaşırmadan, hiç saçmalamadan, heyecanlarımızı çabucak yenerek bitirdik 2 perdeyi… Başardık. Selama çıkmanın verdiği o şapşal şaşkınlığımız, aval aval gülümsememiz, alkış kıyametin önünde titremekten perişan olduğumuz şahane bir ilk deneyimdi. Cüneyt Hocamız demişti ki son genel provada “Eş dost cömert olur. Bol bol alkışlar övgüler yaparlar. Siz sakın olduk sanmayın çocuklar.” Valla olduk sanmadık hocam. Hala da sanmıyoruz yeminle. Siz bize ne öğrettiyseniz o. Tevazu, saygı, vefa, ömür boyu öğrenci kalmak, önce insan sonra oyuncu olmak gibi bir çok olmazsa olmazı öğrettiler bize... Bizim dönem eşsiz bir eğitim aldık hiç alçak gönüllü olamam bu konuda. O yüzdendir şimdiki bazı oyuncu (!) gençlerin bize uzaylıymışız gibi bakışı. “Bu ne ciddiyet yahu, bu ne sıkıcı bir disiplin aşkı öf!” der gibiler hep. Olsun iyi ki böyleyiz biz. Biz de onlara Marsta yaşıyorlarmış gibi biraz uzaktan, biraz da mesleğin derin tadına varamadıklarına acıyarak bakıyoruz..
Tiyatro sahnesi mi yoksa kamera karşısı mı? Hangisi sizi daha çok mutlu ediyor?
İkisinin de yeri ayrı, ikisine de bayılıyorum. İkisinin de lezzeti farklı çıktığı yol aynı. Yolun sonunda seyirci var. Bu durumda seyirci için yapılıyorsa bu meslek ha sahne ha kamera karşısı ne far keder ki. Ancak kamera önünün çok daha zor ve meşakkatli olduğu da bir gerçek. Sadece oyununu oyna git diye bir lüksünüz yok kamera önünde. Yönetmen veya kameraman ‘’3-2-1 oyun!’’ diyene kadar öyle çok meşakat var ki o yolda anlatmakla bitmez. Zamanla yarışmak, sayısız tekrarlar, beklemeler vs. Ama mecburuz, işin fıtratı böyle, çok fazla kalabalık bir ekip ve çok fazla ekipman var. Aksilik çıkmaması imkansız. Pişmesi çok zor yemesi çok lezzetli bir yemek gibi. Tiyatro daha temiz iş. Yaratıcı ve uygulama kısmının sancısı kısa sürer. Provalar bitince sancı da biter. Provanı yap 1-2 ay. Sonra çık 2 saat civarı oyna, bitir, alkışını al git evine. Saati belli, ne yapacağın belli, başı sonu belli. Ama ne yaparsan yap aşk ile yap işte. Aşk olmadan meşk olmuyor bizim mesleğimizde. Sevmezsen yapamazsın…
Bugüne kadar birçok role büründünüz, sizi en etkileyen hangisiydi?
Tiyatro da “Goya” oyunundaki Leocadia, “Kadın İle Memur” daki kadın, “Peynirli Yumurta’”daki barmaid kadın. Ekranda ise “Parmaklıklar Ardında” dizisindeki Ziynet Kara rolü. Oynamaya doyamadığım dört rol. 38 yıllık meslek hayatımda unutamadığım dört rol. Az gibi göründüğüne bakmayın. O dört kadın bana 4 hayat daha kattı. Fazlası bana ne yapardı bilmiyorum.
Oynamak istediğiniz özel bir rol var mı?
Olmaz mı hiç? Yıllar önce “Pasaklı Sally” diye şahane bir yabancı dizi vardı TV’de. Keşke diyorum onun uyarlaması yapılsa da oynasam… Ama kadın biraz argo ve içkici bir kadın. Ancak dijitale olabilir. O kadar tatlı bir diziydi ki. Pasaklı Sally o kadar nefis bir Sally’di ki. Çocuktum daha ve derhal diziden sonra Sally evciliği oynardım. 70’li yıllarda TRT’de sadece 13 bölüm çekilmiş her bölümü 30’ar dakikalık minicik bir diziydi. Bizim çok yetenekli senaristlerimiz var ama o diziyi bilemeyecek kadar genç hepsi. Sonra şöyle sağlam bir polisiye dizisinde oynamak isterdim. Nefes nefese izlenecek, oynanacak bir sonraki bölümün senaryosunu dört gözle beklediğim bir polisiye. Ben orda ya seri katili ya da peşindeki sivil polisi oynamak isterdim. Böyle alengirli, ne idüğü belirsiz rollere bayılıyorum…
En beğendiğiniz yahut örnek aldığınız meslektaşınız var mı?
Örnek aldığım bir meslektaşım yok. Beğendiklerim var elbette. Çok iyi oyuncular var biz de. Ancak hayranı olduğum tek bir aktrist var o da sadece ve daima ve sonuna kadar Meryl Streep. İşte onun setinde olabilmeyi ve o ne yapıyor da bu kadar şahane olabiliyor diye öğrenebilmeyi çok isterdim.
Birlikte oynamak istediğiniz bir usta var mıdır?
İyi oyuncu olsun da paslaşalım, uçalım, birbirimizi birbirimize katalım… Zeki olsun, mütevazı olsun, çalışkan olsun, disiplinli olsun, işini ciddiye alıp saygılı olsun, supleksi olsun, vizyonu olsun, derin olsun, açık fikirli olsun, gelsin başımın tacı olsun...
Yeni filminiz Sil Baştan Kaynanam yakında vizyona girecek. Film hakkında neler söyleyeceksiniz?
Filmin senaryosunu okurken çok güldüm. Zor gülerim ben aslında. Sevmem öyle zorlama komiklikleri. Senaristimiz Barış Başar a hep bunu söyledim. Senaryo o kadar durum komedisi ile örülmüştü ki. Asla zorlama bir espri, komik olsun zorla ittirilip kaktırılan hiç bir sahne ve diyalog yoktu. Benim de çok somurttuğum bir dönemdi. Biraz neşe ne iyi olurdu diye hayıflanırken geldi senaryo. Tam aradığım şeydi hemen kabul ettim.
Bütün karakterler başlı başına birer kahkaha unsuru zaten. Oyuncular şahaneydi. Genç kadro, cin gibiler, zehir gibi hepsi. En kıdemli bendim içlerinde. Sayelerinde ben de adeta yeniden gençleştim. Çok iyi geldiler bana. Yönetmenimiz Raşit Çelikezer zaten çok uzun yıllardır tanıdığım ve daha önce de çalıştığım bir yönetmen. Dosttur, şefkatlidir, pamuk gibi, vizyonu geniş, birikimi müthiş, çok zeki, işini çok iyi yapan, oyuncusunu hiç üzmeyen, yormayan, kilitlemeyen çok sağlam bir yönetmendir. Yapımcılarımız derseniz her daim işin başında, her daim yanımızda, her daim destektiler bize. Hiç bir yapımcıda görmediğim bir tevazu ve dostlukla yaklaştılar hepimize. Kendimizi güvende ve mutlu hissetmemiz için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Krizler bize hissettirilmeden çözüldü, her derdimize katlandılar. Sonuç olarak bence, bizce çok tatlı, çok komik, çok kaliteli düzgün bir iş çıktı ortaya. Büyük bir neşe ve sevgiyle çalıştık. Muhakkak seyirciye geçecek bir samimiyet var bu filmde. Bir projenin iyi olması için gereken her unsur tamdı bizim filmimizde. Umarım bu hissettiklerim beni yanıltmaz seyircimiz de bu eğlenceli yolculuğumuzda bizimle aynı duyguları paylaşır…
Sivas’ta gerçekleşen çekimler nasıl geçti biraz bahsedebilir misiniz?
Biz Sivas’ı çok sevdik. Sivas da bizi çok sevdi. Yardımsever, samimi, sıcacık insanlar Sivaslılar. Bize çok yardım ettiler. Set ziyaretlerini hiç ihmal etmediler. Bizi kırk yıllık dostlarını ağırlar gibi büyük bir samimiyet ve sevgiyle ağırladılar. Hiç yabancılık çekmedik. Hiç oflamadan, puflamadan, ’hadi bitse de gitsek, çekelim de gidelim’’ demedik. Hiç sıkılmadık. Öyle ya ev-barktan uzak, çoğumuzun ilk defa gittiği bir şehrimiz. Yabancılık çekebilirdik, halkı bize uzak ve soğuk durabilirdi, çalışmak meşakkatli olabilirdi Kalacağımız otel de asgari konforumuz bile olmayabilirdi. Bunları yaşamaktan korkarak gittik açıkçası. Ancak hiç korktuğumuz başımıza gelmediği gibi kendimizi evimizdeymiş gibi hissettirdiler bize. Sağ olsunlar.
Filmde nasıl bir rol ile izleyicinin karşısına çıkıyorsunuz?
Bayıldım ben bu Nezahat kaynanaya. Nezahat çoğu Türk annesi gibi oğul aşığı bir koca çınar. 3 kızdan sonra gelmiş bir oğlu var, 3 kızı ve 3 damadı oğlu ve geliniyle ve sayısız kız bir tanecik de ergen erkek torunuyla, Heybetli isimli Sivas Kangal köpeğiyle büyük bir konakta yaşıyor. Ev halkını sustalı maymuna çevirmiş. Damatların söz hakkı yok. Otorite tamamen kendinde. Sıkı mı sözünün üstüne söz söylensin? Çok zenginler. Kocadan kalan pek çok mal-mülk var. Oğlunun evin direği, sırtını yaslayacağı bir dağ filan olacağını sanarken oğlan şapşal bir hanım köylü oluveriyor. Nezahat’in kırılma noktası da burada başlıyor. Nezahat dediğim dedik, gayet geleneksel normlarda, fikri sabit, ne görmüşse o yoldan giden, yaşlandıkça dişiliği çok uzaklarda kalmış ağzına geleni aklında süzmeden söyleyiveren gayet filtresiz bir kaynana. Bazen ağzını bozabilecek kadar pervasız, kendine has bir düşünce sistemi olan, oğluna da karısını hoş tuttuğu için çok kızan bir kadın. Tam bir ataerkil mirasyedisi… Tek derdi erkek torun. Kızından olan erkek torunla yetinmemiş çünkü soyadı damadının soyadı. Oysaki oğlundan olacak bir erkek torun soylarını devam ettirecek. Bunu tutturmuş Nezahat. Ee, gelin de daha çocuk doğurmak istemiyor. Gençler, yeni evli sayılırlar, biraz hayatın tadını çıkartmak istiyor. Ama ne mümkün Nezahat kaynana tepelerinde. Gelini yok sayıyor zaten. Gelini evin hizmetçisi yapmış, işi gücü yüklemiş sırtına doymamış bir de torun diye tutturmuş hayatı zindan ediyor ikisine de. Gelin de efendi kız. Kaynanaya karşı gelemiyor, kocayı didikliyor. Oğlan arada kalmış, ezim ezim eziliyor… Sonra akla hayale gelmeyecek öyle bir şey oluyor ki. Olaylar olaylar. Gerisi filmde. Çok gülecekleri garanti ama. Anlattığım hikâye dramatik gibi gelebilir kulağa ama trajikomik demek daha doğru. Konu aslında çok acıklı ama durumlar o kadar komik ki, insan olayların muhataplarına acımaya bile vakit bulamıyor gülmekten…
Son olarak Çekmeköy 2023 dergisi okurlarına bir mesajınız var mıdır?
Sevgili Çekmeköy 2023 Dergisi okurlarına sonsuz sağlık, iyi şans, mutluluk ve güzellikler diliyor hepsini sevgiyle kucaklıyorum.
TEŞEKKÜRLER…