Artık şehir hayatına iyice alışmıştı. Hafta sonları evine gidemeyip yurtta kalmak zorunda olduğundan tarihi ve turistik mekanları bol bol geziyor ve incelemeye çalışıyordu. Tarihi mekanların girişlerindeki tanıtım yazılarını okumaktan ve notlar almaktan büyük zevk alıyordu. Küçük yaşına rağmen kısa sürede bir turizm rehberi kadar bilgi sahibi olmuştu. Yörede "Hazreti Pir" olarak bilinen Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesinin her tarafını günlerce gezip inceledi. Önünde akan "Asa suyu" adı verilen suyun tadı zemzem suyuyla aynıydı. Bu nedenle sadece su doldurmak için çeşmenin başında kuyruklar oluşuyordu.
Günler bu minvalde akıp gidiyordu. Şehri ikiye bölen Karaçomak Çayı üzerindeki 500 yıllık tarihî Nasrullah Köprüsü’nden her geçişinde valilik binası tarafındaki ayağında onlarca kişinin toplandığını görüyordu. Sebebini bilmediği için köprünün üzerinden izlemeye başladı. Yanlarına bir araç yaklaştığında hepsi birden o tarafa koşuyordu. Birisinin yanına yaklaşıp sordu:
-Abi siz ne iş yapıyorsunuz?
Adam, yaptığı işten pek de memnun olmadığını hissettiren kinayeli bir ifadeyle:
-Ameleyiz oğlum amele, dedi.
Tam olarak anlamasa da bunların gündelik yevmiye ile çalışan işçiler olduğunu öğrendi. Genellikle inşaatlarda çalışan ya da yük indirmek ve yüklemek için bekleyen gündelik işçilerdi. Hafta sonları kalabalık daha da yoğun oluyordu. Bu kalabalığın içinde kendi yaşlarında çocukların da bulunduğunu fark etti. Yetişkinlerin yevmiyesi yüksek olduğu için bazı işverenler hafif işlerde çocukları çalıştırıyorlardı.
Bir cumartesi günüydü... Kışın kasvetli günleri geride kalmış, ilkbaharın rengarenk canlılığı her tarafa hakim olmuştu. Çay kenarında boydan boya uzanan çınar ağaçları yeşillenmiş, şehre ayrı bir güzellik katmıştı.
Odada iki kişi kalmışlardı. Salim de o hafta sonu yol parası bulamadığı için izne çıkamamış, yurtta kalmıştı. Aynı sınıftaydılar ancak şubeleri farklıydı. Babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, yurtta yetim kontenjanından ücretsiz kalıyordu. Annesi köyde iki kardeşiyle geçim mücadelesi veriyordu. Okul malzemelerini de bir hayırsever almıştı. Hafta sonları boş boş oturmak istemiyorlardı. Salim'e köprü başında gördüklerini anlattı. Çocuklardan bahsetti. Acaba onlar da gitseler yapabilecekleri bir iş bulabilirler miydi?
Pazar sabahı kahvaltıdan sonra yurttan çıktılar. Köprü başındaki kalabalığın yanına geldiler. Çekingen tavırlarla çayın kenarındaki demirlere yaslanıp beklemeye başladılar. Toplanan işçilerin çoğu birbirini tanıyordu. Kimisi bir simitle karnını doyurmaya çalışıyor, kimisi efkârlı efkârlı sigara içiyor, bazıları da sohbet ediyorlardı. Sürekli damperli kamyonlar, traktörler, iş makinaları ve özel araçlar gelip önlerinde duruyordu. Araçlardan inen bir kişi hangi vasıflarda kaç işçiye ihtiyacı varsa sesleniyordu. Bir kısmı gelen araçlara binip gidiyor, kalanlar yeni bir aracın gelmesini bekliyordu. Onlar da kenardan olanları izliyorlardı. Bir özel araç yaklaştı. Yine yetişkinlerin hepsi birden koştular. Arabanın içindeki orta yaşlı kravatlı bir beyefendi kendisine doğru koşanlara bakmadı. Arabasından inip önce orada bulunanlara bir göz gezdirdi, ardından demir parmaklıklara yaslanıp olayları izleyen iki çocuğa seslendi:
- Çocuklar, bakar mısınız?
Şaşırdılar. Adam kendilerine sesleniyordu. Koştular.
-Buyur amca!
-Bahçemde küçük işlerim var, çalışır mısınız?
-Tabi, çalışırız.
-Kaç lira yevmiye istersiniz?
Birbirilerinin yüzüne baktılar. Yevmiye kelimesini bile ilk defa duyuyorlardı. Adam, onların cevabını beklemeden:
-Size 10'ar lira veririm, hadi binin.
Sevinçle arabaya bindiler. Geniş bir bahçesi bulunan konak biçimindeki bir eve geldiler. Adam:
-Çocuklar, bahçede bahar temizliği yapmamız gerekiyor. Benim gösterdiğim işleri yapacaksınız. Önce bahçenin her tarafında dağılmış haldeki kesilmiş odunları balkonun altına istifleyeceksiniz, ben evdeyim bitirince haber verirsiniz, dedi.
Hemen işe koyuldular. Yevmiye usulünün ne olduğunu bilmedikleri için odunları toplayınca işlerinin biteceğini, ücretlerini alıp gideceklerini zannediyorlardı. Öğlene kadar bitmeyecek işi iki saatte bitirdiler. Bu tür işlere köyden alışkındılar. Ev sahibine haber verdiler, o da şaşırdı. Her iş bitiminde yeni bir görev veriliyordu. Öğlen olmuş, iyice yorulmuş ve acıkmışlardı. Ev sahibinin hanımı elinde bir tepsiyle balkondan seslendi:
-Çocuklar biriniz gelin, yemeğinizi alın.
Koşup tepsiyi aldılar. Teyze kendilerine yörenin meşhur etli ekmeğinden yapmıştı. Mis gibi kokuyordu. Bir sürahi de ayran vardı. Ağacın dibindeki masaya oturdular. İyice yorulup acıktıkları için hayatlarında yedikleri en lezzetli yemeklerden biriydi. Ev yemeklerini özlemişlerdi. Annelerinin yaptığı yemekleri hatırlayıp hüzünlendiler.
Çocukluk günlerinde, 6-7 yaşlarında, köyünde yaşadığı bir olayı hatırladı: Köyünün yakınında Arpaçukuru dedikleri derin bir ormanlık vardı. İlk defa yol yapılmış, orman işletmesi tarafından iş sahası olarak açılacaktı. Büyük bir tören düzenlenmişti. Civardaki bütün nakliyeciler kamyon ve traktörleriyle, orman işçileri balta ve kesim motorlarıyla oradaydılar. Babasının, ortaklarıyla aldığı traktörle o da törene gitmişti. Yanında yaşıtı, teyzesinin oğlu Eşref de vardı. Tören için büyük bir boğa kesilmiş, kazanlarda pişiyordu. Aşçılar ve görevli işçiler hummalı bir şekilde yemekleri hazırlıyorlardı. Öğleye doğru iyice acıktılar. O kargaşada kimsenin onları hatırlama imkanı yoktu. Beklenmedik bir durum oldu. Aşçılardan en yaşlı olanı kendilerine seslendi:
-Oğlum gelin buraya, karambole gitmeyin. Önce çocukları doyurmak lazım, diyerek onları yanına çağırdı. Koca bir sahan et yemeği, kocaman taze bir somun ekmeği, birer domates ve birer salatalık verdi. Et yemeğini sadece kurban bayramlarında gördükleri yıllardı. Köyde domates ve salatalığın çıkmasına da daha iki ay vardı. Sade somun ekmeğine bile razıydılar. Hayatları boyunca o sahneyi unutmadı. İster istemez bu etli ekmek de kendisini o günlere götürdü.
Bahçedeki çalışmalar bir saatlik öğle arasından sonra devam etti. Öğleden sonra da işin biri bitti diğeri başladı. Bahçe tertemiz olmuştu. Nihayet ikindi ezanı okunurken ev sahibi geldi. Çalışmalarından çok memnun kaldığı için 2'şer lira fazladan verdi. Yevmiyelerini alıp sevinçle oradan ayrıldılar. 12 lira onlar için büyük paraydı. İlk defa kendi kazandıkları para vardı ceplerinde. Pestilleri çıkmıştı ama değmişti.
Hüseyin AY
Edebiyat Öğretmeni