Ressam Gülseren Sönmez’in kaleminden
Murat Özsoy’un fotoğraflarıyla…
NİL’de gemiyle
Antik MISIR
6.600 KİLOMETRELİK NİL NEHRİ HAYATIN TA KENDİSİ
İstanbul Atatürk Havalimanı’nda arkadaşlarımızla buluştuk. Her zaman olduğu gibi grubumuzu ressam arkadaşlarım oluşturuyordu. Ressam Prof. Hasan Pekmezci yönetiminde Abidin Lutfi Demir’le Dünyayı Geziyoruz Gezi Grubu’yla keşfedecektik Mısır’ı. Uçakta tanıdık arkadaşların olması harikaydı, yol boyu sohbetler ettik. En çok özlediğim arkadaşlarımın yanında olmaya çalıştım. Ben Ankaralıyım, Ankara’dan ayrılalı on yıl olmuştu. Arkadaşlarımı çok özlüyordum.
İlk kez bir Afrika ülkesine yolculuk yapıyordum. Çok heyecanlıydım. Çok farklı bir coğrafyadaydık. Nil Nehri boyunca sağ tarafımızdaki yemyeşil doğayı izleyerek yol aldık. Nil hayattı. Bu yeşil doğa, Nil Nehri boyunca devam etti. Yeşilin bir adım ötesi ötesi ise çöldü.
Çok heyecanlıydım. Bindiğimiz gemi Nil ırmağı üzerindeydi. Yatağında yavaşça akan, aktıkça derinleşen, etrafındaki suları toplayarak büyüyüp genişleyen, güneyden kuzeye kırbaç gibi 6 bin küsur kilometre süzülen, dünyanın en uzun ırmağı, ıssız toprakları sulayan, suladıkça tüm canlı varlıklara hayat veren, döne büküle çölün ortasından akan, Akdeniz’e dökülmeden önce kollara ayrılan, deltasında yayılıp genişleyen, “Nil hayattır!” dedirten nehrin üzerindeydik.
Nil Nehri belli dönemlerde taşmasaydı, güneyden kuzeye doğru sürükleyip getirdiği alüvyonlu kara toprağı çevresine yaymasaydı, bu sayede gübrelenmiş topraklarda muazzam bir verimlilik ortaya çıkmasaydı antik Mısır uygarlığı asla gerçekleşemezdi.
LUKSOR’DA GÜVERTEDEN MANZARALAR
Luksor’da yolculuğumuza başlamak üzere Nil nehri üzerindeki gemimize ulaştık. Kabinlerimize yerleştik. Öğle yemeğimizde on kişilik masalara yerleştik. Grubumuzda çok sevdiğim arkadaşlarım vardı. Mısır yemekleri damak tadımıza uygundu. Tatlı yiyen arkadaşlar Mısır tatlılarını övmeye başladılar. Çok fazla türde tatlılar vardı. Tatlı sevenler “Tam bir tatlı cennetine düştük!” diyorlardı.
Güvertede oturup etrafı izlemekten gözümü alamıyordum. Gözlerimi kaçırırsam çok şey yitirecekmişim gibi geliyordu hep bana. Etraf yemyeşildi. Ara ara tarlalarda çalışan köylüleri, sazlardan yapılmış evleri görüyordum. Harika manzaralardı bunlar.
ŞEKERKAMIŞI EKİLİ VERİMLİ TOPRAKLAR
İlk kez bir Afrika ülkesindeydim ve dünyanın en uzun nehri Nil üzerinde gemiyle yolculuk yapacaktım. Bu benim ilk gemi yolculuğumdu. Bir süre sonra gemiden inip, otobüslere bindik. Güneye doğru ilerledikçe, eski başkent Teb’in, bugünkü adıyla Luksor’un derme çatma yapılarının, lüks otellerinin, paytonlarının, cellabiye (galabiya) denilen entari giymiş çok koyu tenli fellahlarının yerini, palmiyelerle okaliptüslerin gölgelediği asfalt bir yol aldı.
Yemyeşil tarlaların, buğday ve şekerkamışı ekilen verimli toprakların içinden geçiyorduk. Nil, sağımızda uzayıp giden, durgun bir göldü sanki. Felluka denilen tek yelkenli küçük tekneler, turist gemileriyle dans eder gibiydi. Görünürde timsahlarla su aygırları yoktu. Az sonra mezarların duvar resimlerinde izleyeceğimiz kobralarla maymunlar da göze çarpmıyordu Nil çevresinde.
“GİZEMİN TEK BİR ADI VARDIR, O DA MISIR’DIR!”
Öğleden sonra güneşi gökyüzünü, çevreyi sarı ışığa boğdu, eski Mısır’ın yüce tanrısı Amon suretinde görünmezden önce. Her şey onda başlayıp onda bitiyordu. Mitolojide anlatıldığı gibi tanrının güneşi günbatımında yutup, ertesi sabah yeniden doğurduğunu hayal ettim. Tanrıların gece yolculuğu için bindiği kayığa binsem nasıl olurdu? O kayık, firavunları korumak içindi. Bana yer var mıydı ki?
Ölümsüzlüğe inanan firavunlarda öteki dünya düşüncesi tüm düşüncelerin önüne geçiyor ve onlardan geriye harika tapınaklar kalıyordu.
“Gizemin tek bir adı vardır, o da Mısır’dır!” diyen mısırbilimin babası, hiyeroglifi çözen arkeolog Champollion haklı olabilir miydi?
LUKSOR - DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIK HAVA MÜZESİ
Ülkenin panoramasını oluşturan Antik Mısır’ın anıtlarının bir kısmını görebilmek için Luksor şehri, Karnak Tapınağı ve Krallar Vadisi gidilmesi gereken yerlerin başında geliyordu.
El Uksur 12. Hanedanlık döneminde Güney Mısır’da El Uksur eyaletinin başkenti olmuş. Nil Nehri’nin doğu kıyısında Teb harabeleri üzerine kurulmuş antik bir şehirdeyiz. Şehir, Eski Yunanlılar tarafından Teb olarak bilinmekteymiş.
Mısır’ın en zarif tarihi eserlerine ev sahipliği yapan Luksor, Mısır’da Abidos’tan sonra en eski ikinci şehirdir. Luksor ve Karnak kasabalarından oluşuyor. Dünyanın en büyük açık hava müzesine ev sahipliği yapıyor. Her yıl muazzam sayılarda turist ağırlıyor. Bugün Gize Piramitleri’nden sonra Mısır’ın en çok turist çeken şehirlerinden birindeydik.
Luksor’a geldiğimizde etrafı saran sarı ışık sapsarı toprakları daha da sarartarak farklı bir atmosfer sunuyordu. Yine hayallere daldım. Sanki firavunlar tozu dumana katarak, savaştan dönüp Luksor tapınaklarına giriyorlardı. Ezilmemek için kenara çekildim. O kadar hızlı geçtiler ki, çölün toz bulutu onları net bir şekilde görmemi engelledi.
Yine de o toz bulutu içindeki görüntü harikaydı. Köylerde sığırların, koyunların ahırlara dönerken, tozu dumana katarak çıkardıkları akşamın sarı ve ters ışığındaki görüntüsüne benzettim. O görüntüye bayılırım. Bir an kendimi farklı bir zaman diliminde hissettim. Anlık da olsa duygularım birbirine karıştı.
KARNAK TAPINAĞI 1.300 YILDA TAMAMLANMIŞ
Tapınağı tamamlayan II.Ramses olmuş. Yaklaşık otuz firavunun her biri kendinden öncekilerle yarışabilmek için tapınağa eklemeler yapmış. Bin yıl toprak altında kalmış. Tapınak inşasında işçi, zanaatkâr, taş ustası olmak üzere yaklaşık 80 bin kişi çalışmış. Muazzam bir açık hava müzesindeyiz. Dünyadaki en büyük antik dini yapı olan Karnak tapınağının tamamlanması 1.300 yıl sürmüş.
Tapınak, tanrı Amon, eşi Mut ve oğlu Khonsu’ya adanmış. Antik Mısır döneminde Firavunlar ve eşleri Opet festivali için Karnak Tapınağı’nda süslenir buradan Luxor Tapınağı’na giderlermiş.
Mısır’ın diğer antik tapınakları gibi, Karnak Tapınağı da dört bölümden oluşuyor. Tapınağın girişindeki dikilitaşı gerimizde bırakıp koç başlı sfenksli yoldan geçiyoruz.
400 BİN METREKARELİK KARNAK TAPINAĞI
Avlunun solunda II.Seti Tapınağı, sağında III.Ramses Tapınağı, arkasında ise Opet ve Khonsu Tapınakları yer alıyor. Sağ tarafta II.Ramses’in ayakta duran iki heykeli bulunuyor. Heykellerden sol ayağı önde olan yaşamı, tam karşısındaki elleri bağlı II.Ramses heykeli ise ölümü temsil ediyor. Ayakları ucundaki küçük heykel de eşini ifade ediyor.
Tapınakların bulunduğu alan muazzam geniş. 400 bin metrekare! Ara ara oturup dinlendik. Beni en çok şaşırtan da tapınaktaki kimi eserlerin yeni yapılmış gibi pürüzsüz olmasıydı. Malzemenin ve Mısır ikliminin bunda payı vardı şüphesiz. Yağmuru karı olmayan bu iklimdeki heykeller doğa şartlarından fazlaca etkilenmemiş, asırlarca çöl toprağının altında kalmış oldukları için de doğal biçimde korunmuşlardı.
BATI MÜZELERİ DOĞUNUN ESERLERİYLE DOLU
1.Avluya Habeş Avlusu deniyor. Sıra sıra dizili koş başlı sfenksler bulunuyor burada. Sfenksler gerçekten çok etkileyici. Paris Louvre Müzesi’ndeki Asur sanatının harika eserleri olan sfenkslerini gördüğümde de doğrusu çok etkilenmiştim. Öte yandan Batı ülkelerinin müzelerinin Doğunun eserleriyle dolup taşması çok düşündürmüştü beni.
Avludan sonra II.Ramses ve ayaklarının ucundaki kızının heykelini geçer geçmez sütunlarla dolu hipostil salona ulaşıyoruz.
5 bin metrekareye yayılmış bu alanda 134 sütun bulunuyor. Merkezdeki papirüs şeklindeki 12 sütun 21 metre yüksekliğe sahip. 122 tanesi ise daha kısa, 15 metre kadar. Bu salonun yapımına III.Amenhotep zamanında başlanmış, salonun kuzey duvarındaki kabartma rölyefler I.Seti döneminde, güneyindeki sütunlar ve yarım duvar ise I.Seti’nin oğlu II.Ramses tarafından yapılmış (MÖ 1290-1213).
BÜYÜK İSKENDER MISIR’DA
Sütunların üzerine kartuş denilen oval çerçeveler çizilmiş. Bunlar kimlik kartı işlevi görüyor. Kartuşların içinde firavunların doğum adı ve kral olduktan sonraki isimleri yazılı.
İskenderiye şehrini kuran Büyük İskender’in kartuşlarını görünce çok şaşırmıştım. 32 yıllık kısa ömrüne ne çok olay sığdırmıştı. Makedonya’dan çıkıp Anadolu’daki kralları kendine bağlayıp Hindistan’a kadar at süren, 300 bin kişilik bir orduyu ardında sürükleyen, Doğu efsanelerinde yaşayan, o zaman bilinen dünyanın yarısını 13 yılda fethetmiş, Pers İmparatorluğu'nun güçlü ordularını yenmiş tarihin en büyük komutanlarından biri olan Büyük İskender Mısır’da da tanrı olarak kabul görmüş.
NASIL TAŞIMIŞLAR TONLARCA TAŞI!
Sütun ormanının ardından I.Tutmosis ve Hatşepsut obelisklerini gördük. Hatşepsut obeliski MÖ1458’e tarihleniyor, 320 ton ve 30 metre. Hemen yanı başındaki I. Tutmosis’e ait olan MÖ 1492 tarihli obelisk ise 22 metre ve 160 ton.
Akılları durduracak kadar ağır bu taşları nasıl taşımışlar diye düşününce film sahnelerindeki kayıklar, işçiler, kurdukları iskeleler gözümün önünde canlanıverdi. Hayallerimdeki işçileri izliyordum. Tenleri güneşten bronzlaşmış, karınca gibi çalışan binlerce insan… Ressam Şükran Pekmezci’nin sesiyle birden kendime geldim. “Gülserencim, sana sayısız seslendim duymadın?” Hayal kurduğumu söyleyemedim. Geride kalmıştım. Arkadaşlarımıza yetişmek için koşarcasına yürüdüm.
DİKİLİTAŞ CENNETİ
Dörtgen prizma şeklinde, yukarıya doğru çıkıldıkça incelen, üst ucu piramit biçiminde son bulan bir taş sütunu obelisk. Yan yüzlerinde hiyeroglif yazılar ve dini manada güneş tanrısının sembolü bulunuyor. Bu dikilitaşların dört tanesi, sonradan İstanbul-Sultanahmet, Roma, Paris ve New York’a taşınmış.
Obeliskler belirli bir şahsı veya olayı anmak için yapılmış. Tek bir taştan oluşuyor. Dikilitaşlar genelde çift halinde tapınakların girişine dikilirdi. Yükseklikleri 15-30 m arasında olurdu.
Dikilitaş güneş tanrısı Ra'yı sembolize ederdi. Tanrının dikilitaşın içinde var olduğuna inanılırdı. İlk dikilitaş örnekleri MÖ 2600 dolaylarında ortaya çıkmış. MÖ 2400 dolaylarında küçük dikilitaşlara rastlanmış. Sonraları 20 metreyi aşacak olan Mısır dikilitaşlarının yükseklikleri ilk dönemde nadiren 3,5 metreyi aşarmış.
Günümüze ulaşabilmiş 27 tane antik Mısır dikilitaşı bulunuyor. Bir tane de Asvan'da taşocağında kısmen yontulmuş ama çatladığı için tamamlanamamış bir dikilitaş var.
Mısır’daki obeliskler genelde Asvan şehrinden temin edilen tek parça granit taşlardan yapılmış. Mısır’daki yüzlerce obeliskten yalnızca dokuz tanesi ayakta kalabilmiş.
Karnak Tapınağı girişinden sökülüp Paris’e götürülen dikilitaşın yokluğundan doğan boş alan doğrusu beni üzdü. Sanki tapınağın o bölümü kel kalmış gibiydi.
Karnak Tapınağı bir zamanlar Hıristiyanlar için gizlenme yeri olarak kullanılmış. Yaktıkları ateşle tapınağın tavanları kararmış. Günümüzde bile tapınağın tavanları isten siyahlaşmış bir şekilde duruyor. Tapınak tavanlarına zarar vermekle de kalmamış duvarlardaki rölyefleri de kazımışlar.
Tapınak duvarında rastladığımız ilginç bir figürün mitolojik hikâyesi şöyleydi: Erkekler savaşa gider, geride sadece bir tane yaşlı adam bırakılır. Savaş dönüşü tüm kadınları hamile bulan Tanrı Ra kadınlara sahip çıkması için geride bırakılan adamı cezalandırıp bir kolunu ve bir bacağını kestirir.
KUTSAL BOKBÖCEĞİ ETRAFINDA DİLEKLER UÇUŞUYOR
Karnak Tapınağı sonunda, karşımıza yapay bir göl çıktı. Antik Mısır’da Nil suyu ile dolu olan bu gölde rahipler ayinlerden önce yıkanırmış.
Mısır'daki en yaygın sembollerden biri de bokböceğidir (Skarabe). Eski Mısır halkı böcek heykelinin etrafında saat yönünün tersine üç kez dönerek dilekler dilermiş. Günümüzde turistler de aynı geleneği yaşatıyor. Mısır’da en çok satılan süs eşyalarından biri de bokböceği kolye ve küpeleri.
PAPİRÜS BİTKİSİNDEN KÂĞIT
Mısırlılar atalarının yaptıkları eserleri, tanrı ve firavunların kompozisyonlu resimlerini papirüs bitkisinden yapılmış kâğıtlara çizip satıyorlar. Sokak satıcıları baskı papirüsleri hayli ucuza satıyor. Sanatçıların eserleri ise atölyelerde daha yüksek fiyatlara pazarlanıyor.
Papirüsün nasıl yapıldığını bir atölyede öğrendik. İnce ince kesilen 1 mm kalınlığında, 1 cm eninde papirüs dallarını açık renkli papirüs yapmak için suda 3 gün, koyu renkli papirüs kâğıt elde etmek içinse 9 gün bekletiyorlar. İncecik kesilmiş papirüs dalları bir alt, bir üst örülerek, üzerine de baskı konulduktan sonra kurumaya bırakılıyor.
Papirüsler Mısır için güzel bir gelir kaynağı. Günümüz Mısır insanı turizm geliri anlamında atalarına gerçekten çok şey borçlu.
Gemimize döndük. Günün yorgunluğu ardından akşamı güvertede arkadaşlarla kahve içerek geçirdik. Güvertedeki zamanımız gezimizin en keyifli zamanlarından biriydi. Sohbet ediyor, şakalaşıyor, güneşleniyor, bilmediğimiz bir coğrafyanın iklimini, doğasını, insanlarını izliyor, yaşıyorduk.
KRALLAR VADİSİ’NDE 62 KRAL MEZARI
Krallar Vadisi’ne doğru yol alırken gördüğümüz tepelerin sarı toprak yığınlarından oluştuğunu sanmıştım. Meğer o gördüklerim kayalıklarmış. Asırlar önce bu kayalıklar oyularak kral mezarları oluşturulmuş. Tek bir ağacın bile olmadığı çöl sıcağı topraklardaydık.
Doğa deyince yeşile alışmış bizler için bu topraklar bana ilk gördüğümde, ruhsuz ve kupkuru gelmişti. Biraz da ürkütücü. Arkadaşlarım olmasa bu topraklarda yürümekten ürkebilirdim belki de. Bu eserleri yapanlar kadar, olanaksızlıklar içinde hiç tanımadıkları bir ülkede çöllerde gezinerek bu tapınakları keşfedenlere de saygı duydum.
Seyyahlık nasıl bir şey olsa gerek, diye çok düşünmüşümdür. Seyyah olmak için mangal gibi bir yüreğin gerekliliğini bu gezide anladım. Hep kendimle hesaplaşıyordum. Kendimi arkeologların, sanatkârların, işçilerin yerine koymaya çalışıyordum. Gözlerimin önüne üst üste kurulan iskeleler geliveriyordu.
Luksor Krallar Vadisi’nde karşımızdaki devasa tapınakların girişi “V” şeklinde görünmekteydi. Rehberimize, tapınakların girişleri altlara doğru neden daralıyor, diye sordum. “Nil nehri temel alınmış. Nil’in üstü geniş altı dardır. Onun şeklinde yapılmış. Nil burada hayattır. O da tanrıdır,” dedi. Bu görüntüye diğer şehirlerdeki tapınaklarda da tanık olduk. Eski Mısırlılar her yapıda Nil’i örnek almışlar, hayatın da Nil’in akışı gibi bir düzeni olduğuna inanmışlar.
SEYYAH ve KÂŞİFLERİN KADERİ: YALNIZLIK, ISSIZLIK
Krallar Vadisi’ne doğru ilerlerken kendimi bir çölün ortasında yapayalnız hissediverdim. Sanki çevremde kimsecikler yoktu. O ıssız topraklarda yürüyor, bilinmeyeni bulmaya çalışıyordum. Bir ipucu bulmalıydım. Firavunlar diyarındaydım… Birden kendime geldim. Kâşif değildim ki! Turisttim. Birçok arkadaşımla beraber gelmiştim. Sadece biz de yoktuk. Dünyanın pek çok ülkesinden gelmiş binlerce insanla beraberdik…
Tam o sırada, Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği Başkanı ressam arkadaşımız Hüseyin Yıldırım’ın seslenişi geldi kulağıma. “Gülseren Ablacım, bir duraksama oldu sanki sende, gerilerde kalmaya başladın…” diyordu. Kendime gelir gibi oldum. Oh, dedim, hayallerimdeki yalnızlıktan, çöldeki ıssızlıktan kurtuldum. Hüseyin Yıldırım devam ediyordu: “Abla anladım seni ben! Mezarların içindeki resimlerin yağlıboya tablolarını yapacaksın galiba. Kompozisyonlar oluşturuyor gibisin kafanda…” Bilse ki tarihin sayfalarında geziniyordum… Doğadaki bir ağaç bile insanın yalnızlık duygusunu yok ediveriyor. Yalnızlığı, ıssızlığı yaşam biçimi edinmiş seyyahlara, kâşiflere bir kez daha saygı duydum.
Sıcak havada dakikalarca yürüdük. Sığınabileceğimiz en ufak bir gölgeye bile rastlamadık. Krallar Vadisi’ndeki mezarların içine girdik. Mezarların duvarları rengârenk muazzam resimlerle doluydu. Bir kez daha asırlar öncesinden bize seslenen sanata, sanatçıya saygı duydum.
TUTANKAMUN DIŞINDA TÜM MEZARLAR SOYULMUŞ
Krallar Vadisi olarak adlandırılan Deir el-Bahari, güneşte kavrulan dik yamaçlı kayaların eteklerinde, Nil’e çok da uzak olmayan, kıraç bir bölge. Piramitlerdeki kral mezarları gibi soyulmasınlar diye kayaların içine gizlenmiş olan bu mezarlar da gizli kalmayı başaramamışlar. Tutankamun dışında tüm kralların mezar hazineleri soyulmuş.
Kimi mezarların duvar resimleri daha dün yapılmış gibi, öylesine iyi korunmuş; bazılarıysa zamanın aşındırmasına yenik düşmüş. Tümünün ortak özelliği hep ölümü çağrıştırıyor olmaları. Firavunlar sanki bu dünyada tatlı bir ömür sürmemişler gibi, öte dünyada sonsuza dek yaşayacaklarına inandıklarından, ölüme müthiş hazırlamışlar kendilerini. Hazırlamakla da yetinmeyip ölümün çağrısına kapılmışlar sanki!
FİRAVUNLARIN TANRISAL İSTEKLERİ
Mısır’ı gezerken şu düşünceden kendimi bir türlü arındıramadım. Firavunlar kendilerini tanrılaştırırken, Mısır tanrıları da kendilerini insanlaştırıyorlardı. Firavunların tanrısal istekleri, Mısır tanrılarının da insansal istekleri vardı.
Firavun mezarlarının duvarlarına nakşedilmiş fresk resimler, taşa kazınmış hiyeroglifler, tapınakları dolduran devasa heykellerle sütunlar ve dikilitaşlar eski Mısır’ın görkemini yansıtmıyor yalnızca, varoluşun tek gerçeğinin aslında ölüm olduğunu da biz ölümlülere bir kez daha anımsatıyor.
Firavunları ölümsüz kılmak için nice kâtipler papirüsler dolusu dualar hazırlamışlar, nice işçiler piramitleri dikerken çile çekip cehennem sıcağında can vermişler, nakkaşlar göz nuru ve alın teri ile karmışlar hünerlerini. Ama yine de yıkılıp gitmiş bu uygarlık, kızgın kumların altında asırlarca günışığına çıkacağı anı beklemiş.
Firavunlar, ortasından nehir geçen koskoca bir imparatorluğu yönetmişler. Bu dünyanın gerçekte bir hayal, öte dünyanın asıl olduğuna inanarak.
GERÇEKLE MASAL DÜNYASI ARASINDAYIM
Ben Mısır’ı yaşarken kendimi gerçekle masal dünyası arasında buluverdim. Mısır toraklarında gezinirken Luksor’da Karnak Tapınağı’nda, Krallar Vadisi’nde gerçekle hayal arasında yüzdüm durdum. Hani çocukluğumda anneannemin anlattığı yedi kat yerin dibine inen prenslerin öyküleri vardı ya, bu firavunlar dünyası oradaki yer miydi? Yoksa o prensler daha derin yerlere mi iniyorlardı. Buradaki mezarları bulan arkeologlar mutlaka çocukluklarında çok masal dinlemişlerdi ki; toprak altındaki dünyayı bulabildiler. Kazı yaparken çok okumak, araştırmak yanı sıra hayal kurmak, masal dinlemek de önemliydi.
KADIN FİRAVUN HATŞEPSUT
Firavun mezarlarının uzağında taş sütunları, kat kat terasları ve heykelleriyle bir falezin yamacına sırtını dayamış Deir el-Bahari Tapınağı, kadın firavun Hatşepsut’a ait. MÖ 1490-1468 yılları arasında devleti yöneten bu alımlı, akıllı ve güzel kadın I.Tutmosis’in kızı olarak dünyaya gelmiş. Ama kendi adına yaptırdığı tapınağın duvar resimlerine bakılırsa, doğrudan güneş tanrı Amon’dan doğmuş. Ve evlendiği üvey kardeşi II.Tutmosis, erken yaşta ölünce tahta çıkmış.
Tüm kadınsı adlarından ve özelliklerinden vazgeçerek, hatta sahte sakal takarak, gerçek bir firavun gibi, tam 30 yıl Mısır’a hükmetmiş. Bu sürede dev anıtlar inşa ettirmiş. Mısır’ın en önemli ticari faaliyetleri de onun yıllarında yapılmış. Mısır, Hatşepsut sayesinde refaha, bolluğa kavuşmuş. Firavunluğu süresince barışçı bir politika sürdüren Hatşepsut yalnız isyanları bastırmak için savaşmış.
Hatşepsut’tan sonra iktidara üvey oğlu III.Tutmosis geçmiş. Üvey oğul, kendisinin krallığını engellemiş olan Hatşepsut’un adını tapınaklardan silmiş, dikilitaşının etrafını ise duvarla örerek görünmez kılmaya çalışmış!
MISIR HÂLÂ GİZEMİNİ KORUYOR
Eski Mısır uygarlığı, günümüzden bakıldığında, hem hayranlık uyandırıyor hem de şaşırtıyor bizleri. Yapılan tüm araştırmalara ve ulaşılan bulgulara karşın, gizemini, hâlâ büyük ölçüde koruyor. Bu nedenle firavunların mirasını günümüz değerleriyle ele almak yanlış olur. Ne var ki yalnızca onların ve iktidarı devraldıklarına inandıkları tanrıların adlarını biliyoruz.
Oysa piramitleri firavunlar kendi elleriyle dikmedi, tapınak ve mezarların duvarlarına hiyeroglifleri onlar yazmadı, rengârenk resimleri çizip boyamadı. Bütün bu güzellikleri yaratanların anısını, kim olduklarını bilemesek de, canlı tutmalıyız diye düşünüyorum. Onların gerçek sanatçılar olduğunu biliyorum. Sanatçı olmasaydı, sanat olmazdı…
KAYIKLARDAN FIRLATILAN TEKSTİL
Gemimizde gece etrafı izlerken birden çevremizi felluka denen yöresel kayıklar doldurdu. Fellukalardaki insanlar ellerindeki tekstilleri satmaya çalışıyorlardı. Satıcılar satmak istedikleri malı güverteye fırlatıyorlardı. Satıcıların fırlatma yeteneklerine hayran kalmamak elde değildi. Irmak yüzeyindeki fellukalarını gemiyle yarıştırıyor, bir taraftan da satış yapmaya çalışıyorlardı. Gemimizi saatlerce takip ettiler. Onlar dört kat yükseklikteki güverteye mallarını attılar, biz de naylon poşetlere sardığımız paraları onlara fırlattık.
Gecenin karanlığında bu alışveriş saatlerce devam etti. Sadece gemimizden yansıyan ışık ve fellukalarda bulunan ampul ışıkları vardı. Satıcılar çok çok ustaydılar, gönderdiğimiz paraları kepçeleri ile havada kapıyorlardı. Ben iki takım masa örtüsü ve battaniye satın aldım. Alışverişten hepimiz memnun kaldık.
Bizimle beraber yolculuk yapan bir de televizyon ekibi vardı. Bizim bu alışverişimizi onlar da televizyonları için çektiler. Televizyon görüntülerinin yıl içinde defalarca yayınlanması sonucu birçok arkadaşım “Gülseren seni televizyonda gördük. Mısır’da Nil’deki gemide alışveriş yapıyordun!” dediler bana. Aylar sonra çekimleri izleyenler Mısır’a sanki daha yeni gitmişim gibi algılayıp beni kutluyorlardı.
“HASAN ŞAŞ, YAVAŞ YAVAŞ”
Ertesi günlerde de bu kez meyve satan kayıklar bizleri takip etti. Alışveriş harikaydı. Fellukadakiler bizim Türk olduğumuzu öğrenince “Hasan Şaş, yaveş yaveş, iyi alışveriş!” diyorlardı. 2002 Dünya Futbol Kupası’nda Türkiye dünya üçüncüsü olmuştu. Mısırlılar futbolcu Hasan Şaş’ı oradan biliyorlardı. Medyanın, futbolun gücüne bir kez daha tanık olduk.
KOM OMBO’DA ANTİK TIP ALETLERİ
Gemimizin güvertesinde, Nil’in muhteşem görüntülerini izleyerek Kom Ombo’ya doğru yol alıyorduk. Afrika kıtasında dünyanın en uzun nehri Nil üzerinde gemideydik. Gemiyle böylesi bir coğrafyada yol almak doğrusu ömre bedeldi. Etrafı keyifle izliyor, aramızda şakalaşıyorduk. Firavunlar diyarındaydık.
Ölümsüzlüğü ararken ölüm gerçeğini bize en güzel anlatan ve o gerçek için artlarında sayısız güzellikler bırakıp giden insanları düşünüyorduk. Çok karmaşık duygular içindeydim. Bu eserleri öldükten sonra yeniden doğmak için inşa etmişlerdi. Binlerce işçiyi çalıştırıp, o uğurda yok olmalarına neden olma pahasına…
Günümüzde ise tüm dünyanın merak edip görmek için geldiği, araştırdığı, üzerine yüzlerce kitabın yazıldığı, hala da çözmek için çalıştığı bir yerdi firavunlar diyarı antik Mısır.
Gemiden inip antik dönem tıp aletlerinin gravürlerle işlendiği, antik tıp merkezi Kom Ombo Tapınağı’nı gezdik. O yıllarda kullanılan tıp aletlerinin günümüzde kullanılanlarla örtüştüğünü görmek hepimizi çok şaşırttı.
MEZAR DUVARLARI RESİMLERLE DOLUP TAŞMIŞ
Mısırlıların ataları hayat felsefelerini duvar freskleri, heykeller, hiyeroglif yazı ve resimlerle anlatmışlardı. O dönemde bu işleri yapan sanatkârların kıymeti mutlaka biliniyor olsa gerekti.
Kral mezarlarını oluştururken kayaları oda oda oyuyorlardı. Bir odayı açtıktan sonra diğer odalar iç içe açılıyordu. Sanatkârlar figürleri çizdikten sonra, usta sanatkârlar bu çalışmaları düzeltip boyuyorlardı. Bir kral mezarını gezmek iç içe odaları dolaşmak demekti. Kral mezarlarının duvarları resimlerle dolup taşıyordu. Duvarların resimsiz bir köşesi yok denecek kadar azdı.
GÜVERTEDE BAYRAM YEMEĞİ
Nil Nehri üzerinde salınarak yüzen gemimizdeydik. Kurban Bayramıydı. Güverteye çıkınca gözlerimize inanamadık. Güverte masalarla dolmuş, üzerleri yöresel çiçeklerle donatılmıştı.
Bembeyaz örtülerle süslenmiş masalar, sandalyeler güverteye muazzam bir hava katmıştı. Sanki son derece şık bir düğün davetlisiydik. Sıcak, soğuk yemekler, meyveler, tatlılar, pırıl pırıl kaplar içinde güvertede yerini almıştı. Seyir halindeki gemimizin güvertesinde açık havada yemeklerimizi yerken, bir yandan da çevreyi seyretmek çok keyif verici, bir daha yaşayamadığım muazzam bir olaydı.
MISIR’IN NEŞESİ, YEMEKLERİ, MÜZİĞİ
Mısırlılar çok neşeli insanlardı, müzikleri çok hareketliydi, sürekli çalıp söylüyorlardı. Bizlerin de kulağı onların müziklerine yatkın olduğu için danslarına katılmak hiç de zor olmuyordu. Harika saatler geçiriyorduk.
Mısır yemekleri diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar güzeldi. Tatlı seven arkadaşlar bayram ediyorlardı.
Nil üzerindeki güzel ortamı Mısırlılar güzel müzikleriyle saatlerce süslediler. Oryantali seven arkadaşlarımızın raksı, hepimize müthiş keyifli anlar yaşattı. Mısırlılarla beraber şarkılar söyledik.
Hayatı eğlenerek, öğrenerek dolu dolu yaşıyorduk. Yaşadığım en güzel bayramdı diyebilirim rahatlıkla.
ARABACI ve ATLARI
Serbest zamanımızda Asvan sokaklarını gezip çok ama çok yorulduk. Bir an önce gemimizde olmak istiyorduk. Bir fayton çevirdik. Faytona dört arkadaş bindik, aramızda şakalaşıyorduk. Ansızın bir arkadaşımızın gözyaşları dikkatimizi çekti. “Şu atların haline üzülüyorum!” dedi. Biz de başımızı çevirip bakınca çok şaşırdık. Atlar bir deri bir kemikti. Atın hali hepimizin yüreğini burkmuştu.
Hemen inmek istedik. Arabacı yalvardı: “Bu araba benim değil, aylıkla çalışıyorum. Ayda ancak 200 dolar kazanabiliyorum. Gitmeyin, sizi bindiren değnekçi sizinle anlaştığımız parayı siz inseniz de benden alır. Benim üç çocuğum var, ben bugün para götürmezsem açlar!” dedi. Hepimiz çok üzüldük. Arabacının parasını verdik.
O gün Kurban Bayramının ikinci günüydü. Henüz çarşıdaydık. Arabadan inip arabacının çocuklarına giysiler aldık. Ben de arabacıya kıyafet aldım. Arabacıya bizi takip etmesini söyledim. Arabaya binmeden yürüyerek gemiye geldik. O da arkamızdan geldi. Gemideki odama koştum. Türkiye’den getirdiğim hazır çorbaları, çerezleri, bisküvi, börek, sucuk, peynir ve reçeli iki poşete doldurup verdim.
Tanık olduğumuz sefalet hepimizin boynunu bükmüştü. Yine de yardım edebilmenin huzurunu yaşadık. Üstelik bu günler kurban bayramıydı. Bu yaşamdı. Acısıyla tatlısıyla yaşam… Maalesef her ihtiyaç sahibine yardım edemiyor, yetişemiyorduk.
ÇÖLDE GÜNEŞİN DOĞUŞU HARİKAYDI
Sabaha karşı saat 03’te hareketle Ebu Simbel’e doğru otobüsle yola çıktık. Yaklaşık üç saatlik yolculuktan sonra Ebu Simbel Tapınağı’nın bulunduğu uçsuz bucaksız çöle ulaştık. Güneşin doğuşunu izledik. Harika bir görüntüydü.
Ebu Simbel, II Ramses ve eşi Nefertari adına yapılmış muhteşem eserlerle doluydu.
Bir ülke düşünün ki sarı kayalar, sarı topraklar, sarı çölden oluşuyor ve Nil Nehri çevresi dışında hiç yeşili yok. Ve bütün dünyayı kendine çağırıyor. Binlerce işçi ve sanatkâr tarafından yıllarca alın teri, göz nuru dökülerek, sanat yapılarak ortaya çıkarılan muazzam bir görsel şölene tanık oluyoruz.
Hiç birimiz o sıcakta bile bir ağaç gölgesi aramıyorduk. O muazzam eserlerin öykülerini dinlemek, gezip yaşamak büyük mutluluk veriyordu bize.
Benim en üzüldüğüm konulardan biri de firavun mezarlarındaki hazinelerin çok büyük bir bölümünün yağmalanmış olmasıydı. Mezarlardan çalınan eserler dünyadaki birçok müzeyi doldurmuş. Tutankamun’un mezarında bulunanlar, diğer mezarlarda yapılan yağmanın büyüklüğünü göstermesi yönünden çok önemli. Kısa ömründe biriktirdiği 17 bin parça eserle Tutankamun Kahire Müzesi’ni dolduruyor. Peki 93 yaşında ölen 60 yıl firavunluk yapan II.Ramses’in mezarından yağmalanan eserler nerede? İnsan düşünmeden edemiyor.
EBU SİMBEL’DE DEV RAMSES HEYKELLERİ
Asvan Gölü kıyısına geldiğimizde, rehberimiz göl içindeki çıkıntıyı göstererek şunları anlattı: “Eskiden Ebu Simbel Tapınağı o çıkıntının üzerindeydi. Şu anda güney Mısır’dayız. Eskiden burada küçük bir köy vardı. Şu gördüğümüz Asvan Gölü’nün adı Nasser’di. Nasser Gölü çok küçüktü. Etrafı çöldü. Ebu Simbel Tapınağı çölde kumlarla kaplı vaziyetteydi. 19.yüzyılın başlarında keşfedildi. Ebu Simbel tapınağı o çıkıntısını gördüğümüz yerdeki kayalar oyularak yapıldı.
Ebu Simbel Tapınağı Firavun II. Ramses (MÖ 13. yüzyıl) dönemi boyunca oyulmuştu. Bu tapınaklar kısmen Firavun'un kendisine kısmen de Mısır tanrılarına adanmıştı. Arkeologlar, heykellerin dev boyutlarının, düşmanları korkutmanın bir yolu olduğunu söylüyorlar. Firavunlar yaptırdıkları eserlerle kendi ihtişamlarını göstermek, komşu ülkeler üzerinde zenginlikleriyle hükümranlık kurmaya çalışmışlar.” dedi ve devam etti.
TAPINAĞIN BULUNDUĞU DAĞIN TAMAMI TAŞINDI
Nasır Gölü’nün, Asvan Baraj Gölü haline getirilmesine karar verildi. Asvan Yüksek Baraj inşaatı nedeniyle, Nil Nehri'nin suları giderek yükseliyordu. Sular altında kalma ve kaybolma tehlikesiyle Ebu Simbel gerçek bir tehlike atlattı. 1960 yılında tapınağın içine oyulduğu dağ parça parça daha yüksek bir yere taşınarak yeniden inşa edildi. Bölgedeki küçüklü, büyüklü tapınaklar da taşındı.
MUAZZAM MATEMATİKSEL HESAP
Şubat'ın ve Ekim'in 20'sinde yılda iki kez sırasıyla kralın doğum günü ve taç giyme gününde güneş ışınları kapıdan içeriye sızar ve arka duvardaki heykelleri aydınlatırmış.
Ebu Simbel Tapınağı’nın duvarlarına fresk halinde kazılmış Kadeş Savaşı resimleri de müthiş etkileyiciydi
KADEŞ: KAZANANI OLMAYAN SAVAŞ
Kadeş Barış Antlaşması MÖ 1200’lerin sonlarında Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit Kıralı III.Hattuşili arasında imzalanmıştı. Ebu Simbel Tapınağı duvarlarında Kadeş Savaşı’nı anlatan duvar resimlerini görmek beni çok heyecanlandırdı. Çocukluğumda tarihteki ilk yazılı barış antlaşması diye aklıma kazınan sonra da öğrencilerime anlattığım Kadeş işte tam karşımdaydı. Her ne kadar Ramses, “Kadeş Savaşı’nı ben kazandım işte!” diye tapınağı Kadeş zaferi resimleriyle donatsa da Kadeş, kazananı olmayan bir savaştı!
Ebu Simbel Tapınağı’nı gezerken, tarihte en uzun ömür süren 60 yıl boyunca kral olan II.Ramses’in hayatının fresk resimler ve heykellerle anlatıldığını gördük. II.Ramses de tüm diğer firavunlar gibi tanrı Ra’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu iddiasındaydı.
ASVAN BARAJI ve NİLOMETRE
1960-70 arasında on yılda inşa edilen Asvan Barajı bir yandan muazzam bir enerji kaynağı oluştururken öte yandan da Nil’in dengesinin bozulmasına neden olmuş. Nil’in eski taşkınlarından eser kalmamış.
Ama aynı zamanda da Nil’in taşarak alüvyonlu toprakları çevresine bırakması bereketin artmasına, o topraklara ekilen bitkilerin çok kısa sürede Mısır halkına ürün olarak dönmesine nedenmiş. Oysa günümüzde bu alüvyonlar olmadığı için Mısırlı çiftçi 1 milyon ton kimyasal gübre kullanmak zorunda kalıyor. İnsanoğlu doğanın dengesini bozmadan önce çok iyi düşünmeli, demeden edemiyorum.
Eski Mısırlılar Nil Nehri’ndeki su seviyesini gösteren nilometreler sayesinde o yılın bereketli geçip geçmeyeceğini ölçerlermiş. Çiftçinin ödeyeceği vergi de nilometrelerdeki su seviyesi ölçülerek hesaplanırmış.
Eski kaynaklarda Nil Nehrinde yaşayan pek çok timsahtan bahsediliyor. O nedenle de eski Mısırlıların timsah tanrıları bile vardı. Biz yolculuğumuz süresince timsahlarla karşılaşmadık ama Krallar Vadisi’ndeki mezar fresklerinde pek çok timsah resmi gördük.
HORUS’UN GÖZÜ ve ANTİK MISIR TANRILARI
Tanrı Ra’nın iki oğlu, iki kızı varmış. İsis ve Nephthys kızları, Osiris ve Seth oğulları. İsis ve Osiris birbirlerini çok severler, onları kıskanan Seth Osiris’i öldürür. Osiris’in oğlu Horus da amcasını öldürek babasının öcünü alır. Ama o kavga anında gözünden olur.
Horus’un gözü tanrının gözü olarak bilindiğinden Mısır halkı tarafından önemsenir, nazarlık olarak değerlendirilir. Hediyelik eşyaların arasında Horus’un Gözü’nün kolye ve küpe biçiminde hediyeliklerin başköşesinde yer almasının nedeni bu.
Eski Mısırlılar çekindikleri kimi hayvanları tanrı yerine koyup, onların heykellerini yapmışlar. Timsah Tanrı, Çakal Tanrı korkulan hayvanların tanrılaşmış hali idi.
Ailuros – Antik Mısır’da kedi tanrıca Bastet olarak da biliniyordu. Bastet Tanrı: Ra ile İsis’in kızıydı. Önceleri cinsellik ve doğurganlık tanrıçasıyken, ölüleri koruma, hastalara, çocuklara yardım etmeyi, yağmur yağdırmayı, Güneş, Ay, Analık ve Aşk Tanrıçalığını da üstlendi. Mısır’da kedi öldüren kişiler ağır şekilde cezalandırılıyordu.
Amon-Ra – Amon’un rahipleri tarafından karma birleşik tanrı, boğa olarak resmedildi.
Ra – Hermopolis Güneş Tanrısı. Atmaca başlı bir insan olarak resmedildi.
Osiris – Tanrı Ra’nın oğlu olan Osiris, Mısır kültüründe en önemli tanrılardan biridir. Ölülerin tanrısı, ölümsüz yaşam için diriliş tanrısı, kural koyucu, koruyucu, ölülerin yargıcı… Gökyüzündeki Orion Takım Yıldızı’nın Osiris’i simgelediği düşünülüyor.
İsis – Mısır’ın en büyük tanrıçası, Tanrı Ra’nın kızı… Simgesi, Sirius yıldızı. Sanat ve şiir tanrıçasıdır. Osiris’in eşi, Horus’un annesidir. Kutsal hayvanı kobra yılanı. İsis’in reenkarnasyon yoluyla Cleopatra’nın içinde yaşadığına inanılmıştı.
Nephthys –Tanrı Ra’nın kızı, İsis, Seth, Osiris’in kız kardeşi, Seth’in eşi. Ölülerin özel koruyucusudur.
Seth – Gök Tanrısı. Gök gürültüsü, fırtına tanrısı olarak bilinir. Kötü güçlerin etkisine giren Seth kardeşi Osiris’i öldürüp, Mısır’a sahip olmak istedi. İsis; Seth tarafından parçalanıp çeşitli yerlere dağıtılmış olan Osiris’i canlandırdı. Ondan bir çocuk sahibi oldu. Oğulları Horus, amcası Seth’i yenip babasının öcünü aldı. Mısır’ın başına geçti. Seth şeytani tanrı olarak anıldı.
Horus – İsis’in oğlu. Cennetin hükümdarı, yeryüzünün kralı ve kutsal şahin olarak kabul edilir. Horus’un evrensel olduğu, ezelden beri var olduğu piramit yazılarında belirtiliyor.
Hator – Gökyüzü tanrıçasıdır. İnek başı ile sembolize edilir. İsis’le eşdeğerde tutulur. Aşkın, müziğin, gülmenin, eğlencenin tanrıçasıdır.
KAHİRE’DE PİRAMİTLER
Artık ekili tarlaları, çıplak kayalara oyulmuş mezarları bırakmış, başkent Kahire’ye gelmiştik.
Dünyanın yedi harikasından biri olan Gize Piramitleri’ni görmek için Nil Nehri’nin batı yakasına, Kahire’nin 20 km uzağına gittik. Beni şaşırtan olay asfalt yolların Gize Piramitleri’nin burnunun dibine kadar girmiş olmasıydı. Çok üzüldüm. Avrupa’da eğer bir sarayın önünde yürünmesi gereken uzun yollar varsa, gelen turistler rahat etsin diye taşıtlar konmuyordu. İnsanlar o güzelim eserleri görebilmek için, Avrupa’da olduğu gibi uzun yürüyüşlere katlanmalıydı. Çöldeki görkemli Gize Piramitleri herkesi olduğu gibi beni de çok heyecanlandırdı. Çevresinde sayısız fotoğraflar çektik.
Gize Piramitleri Keops, Kefren ve Mikerinos adlı üç ayrı piramitten oluşuyor ve MÖ 2600’lere tarihleniyordu.
Keops Piramidi, Khufu Piramidi ya da Büyük Piramit olarak da biliniyor. Mısır’da bulunan yüzü aşkın piramit ve dünyanın farklı yerlerindeki piramitler arasında en büyükleri, bu üçüdür. Hepsi de adlarını bunları yaptırmış olan hükümdarlardan almıştır. Üçü birbirinden ayrılmadan anılıyor olsa da yalnızca Keops Piramidi Dünyanın Yedi Harikası arasında bulunmakta.
Firavun Khufu için yapılmış olan piramit dünyanın en büyük piramidi. Keops Piramidi’nin boyu 146 metre. Ağırlığı 5 milyon ton. Bu piramidin yapımı 20 yıl kadar sürmüş olsa da bugün hala o zamanın teknolojiyle bu süre çok az geliyor.
Bir zamanlar piramidin içinde firavunun hazineleri, eşyaları, kendisinin ve eşinin mumyasının bulunduğu düşünülüyor. Bir geçitten varılan ve yaklaşık elli metrekare olan bu odanın dışında iki oda daha var.
KEFREN PİRAMİDİ
Mısır firavunlarından Kefren’in yaptırmaya başladığı ancak piramidi tamamlanamadan öldüğü için onun oğlu olan Mikeranos’un yapının tamamlanmasını sağladığı düşünülüyor. Gize Piramitleri arasında 2.Piramit olarak anılan Kefren Piramidi’nin boyu 143 metre. En tepede yer alan taş 36 ton ağırlığında ve günümüzde bile bu taşın oraya hangi teknikle yerleştirilebildiği hakkında kesin bir bilgiye sahip olunamamış.
Genellikle her piramitte görülmesi mümkün olan kitabeler burada bulunmuyor. Bazı heykellerin de çalınmış olduğu biliniyor. Kefren Piramidi, Keops Piramidi’nden daha iyi yapılmış ve incelikle tasarlanmış. Tapınağın sahip olduğu iki girişten biri doğuya bakıyor. Buradan girildiğinde uzanan koridorda bulunan Kefren’e ait 23 heykelden biri de günümüzde Mısır Müzesi’nde sergileniyor.
MİKERİNOS PİRAMİDİ
Hükümdar olan Mikerinos’un oğlu, babasının ölümünün ardından piramidin tamamlanmasını sağlamış. İsminin manası “Ra’nın ruhu sonsuzdur” olan Mikerinos zamanında başlanan ve oğlu sayesinde tamamlanan 66,5 metre yüksekliğindeki piramitte diğerlerinden farklı olarak defin odası bulunmakta.
GİZA PİRAMİTLERİ’NİN SIRLARI
-İçlerinde radar, sonar gibi cihazlar çalışmıyor
-Piramitleri yaptıran firavunların tahta çıktığı ve doğduğu günlerde bulundukları odaya güneş vuruyor.
-Piramitlerin içinde bitkiler daha hızlı büyüyor. Kesik, yanık gibi herhangi bir yaranın da yine piramitlerin içinde daha hızlı iyileştiği gözlemleniyor.
-Keops Piramidi dünyanın kara kitlesinin merkezinde yer alıyor. Böyle bir konumlandırma o zamanın bilimi ile imkânsızdı.
-Gize’den geçen boylam dünyadaki anakaraları ve denizleri iki eşit parçaya bölüyor.
-Piramitlerin içleri yazın soğuk, kışın sıcak oluyor. İçine konulan çöpler hiç koku vermeden mumyalaşıyor.
-Arkeologlar girilemeyen bazı odalara ulaşmaya çalışmış olsa da ya yönlerini kaybetmiş ya da odalara bir türlü girmenin yolunu bulamamışlardır.
SFENKS ve SANATIN SAVAŞA GALİP GELMESİ DİLEĞİ
Piramitlerin ardından Gize Sfenksini ziyaret ettik. En az piramitler kadar dikkat çekici olan bu dev yapı 73 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 20 metre yüksekliğinde olması sebebiyle dünyanın en büyük, en eski taş heykeli olma unvanını koruyor. Tek kelimeyle büyüleyiciydi.
Sfenksin burnundaki kırılmalar dikkatimizi çekti. Sanat eseri hangi ülkede olursa olsun, dünya toplumuna aitti, kimsenin onu yok etmeye hakkı yoktu. Maalesef savaşlar, çatışmalar olduğu sürece pek çok korunması gereken eser zarar görüyor, yok oluyor. İnsan varsa savaş da var, sanat da. Sanatın her zaman savaşa galip gelmesi dileğiyle.
Eşref Üren’in anılarında, babasına bir arkadaşının hediye ettiği resimleri, kendi düşüncesine aykırı düştüğü için, paramparça etmesi geldi aklıma. Eşref Üren o ressamdan özür diliyordu. Ama nafile, o eserler ressamın elinden bir kez çıkmıştı bir daha yapılamazdı. O zaman da yok edilen o eserler için çok üzülmüştüm.
KAHİRE MÜZESİ
Ünlü Kahire Müzesi bahçesinde papirüs bitkileriyle karşılaşıyoruz. Papirüs kâğıtlarının nasıl yapıldığını görmüştük ama bitkisini görmemiştik. 1,5 metre boyunda, tepesi şemsiye gibi açılan bir bitkiydi papirüs.
Kahire Müzesi ilk kez 1891 yılında Gize’de açılmış, 1902’de ise Kahire’ye taşınmış. Müzede 120 bin eser bulunmakta. Bu eserlerden bir bölümü de 9 yaşında başa geçen 19 yaşında ölen Tutankamun’a ait.
Kahire Müzesi’nde mumyalar bölümü de bulunuyor. Eğimli bir şekilde duran mumyalama masasına yatırılan firavunların cesetleri sol tarafından açılarak iç organları çıkartılıyor. Beyin de burnundan sokulan kancalarla boşaltılıyor. Bir tek kalbine dokunulmuyor.
Dışarı çıkartılan organlar, mermerden yapılmış kaplara konuluyor. Bu mermer kapların üzerleri her organın büyüklüğüne ve özelliğine göre içleri oyulup dış tarafları rölyefler oymalarla süsleniyor. Organlar kaplara konduktan sonra ilaçlanıp kapakları kurşunla kapatılıyor.
Mumyalama masasını seyrederken sanki bir firavun oraya yatırılmış da biz de olayı izliyormuşuz gibi geldi birden bana. Doğrusu hiç iç açıcı değildi. Birden torunumla izlediğim filmdeki, saray koridorlarında koşturan Tutankamun geldi aklıma… Kendi herkesten korktuğu halde, emirler yağdıran Tutankhamun... İzlediğim filmin etkisi vardı herhalde. Gözlerimin önünde sürekli olarak filmde koşan o çocuk canlanıyordu.
Masada kalan cesedin içinin samanla doldurulup, ertesi gün tekrar boşaltılarak vücuttaki suların alındığını, bu işlemi aralıksız kırk gün tekrarladıklarını daha sonra da bedeni ilaçlayıp mumyaladıklarını öğrendik.
O masanın yanından ayrıldıktan sonra Tutankamun’un iç organlarını taşıyan mermer kapları gördük. Her bir mermer kap sanat eserinden farksızdı. II.Ramses’in ve eşlerinin mumyalarını izledik. Benim en çok ilgimi çeken eserler, mumyaların üzerlerini kaplayan lahitlerdi. Lahitlerin üzerindeki resimlerde koruyucu tanrı İsis’in kanatlarıyla ölüleri sarması sahnesi müthişti.
Firavunların ölülerin koruyucusu İsis ve Osiris tarafından kutsandığına inanılıyordu. Her biri farklı farklı desenlerle bezenmiş lahitlere hayran kalmamak elde değildi. Firavunlar ve tanrılar hakkında yazılmış, tomarlar halinde papirüs kâğıtlar da çok ilginçti.
TUTANKAMUN’UN SANDALETLERİ DÜŞMANI EZİYOR
Tutankamun’a ait iç içe geçmiş üç adet kabir lahdi muazzamdı. Bu lahitler müzede tek tek sergileniyor. Lahitlerin en büyüğü ve en dışta olanı oda büyüklüğünde som altından, 170 ton ağırlığında. Onun içine giren ikinci lahit ahşap, altın levhalarla kaplanmış, üzerine de Tutankamun’un hayatını anlatan altın rölyefler yerleştirilmiş. Onun içine girebilecek büyüklükteki üçüncü lahit ise yine ağaçtandı ve altın kaplamanın üzeri altın yapraklar, lapis, ve türkuaz taşlarıyla süslenmişti.
Ayrıca öteki dünyada kullanacağına inanılarak mezarına bırakılan pek çok eşya da müzede sergileniyordu. En çok hoşuma gidenler, kıymetli taşlarla işlenmiş yakalık halindeki kolyelerdi. Günümüzde modacılar bu kolyelerin benzerlerini takı ve elbise yakası olarak kullanıyorlar.
Tutankamun kendisi için hazırlanan mezar inşaatını görmeye dört hizmetkârın omuzlarında taşıdığı tahtla gidermiş. O tahtın ayak konulan basamağında ve firavunun sandaletleri üzerinde düşmanlarının motifleri yer alıyor. O motiflerin üzerine basan Tutankamun’un düşmanlarını ayaklarının altında ezdiği düşünülüyormuş.
Müzeden ayrılırken yağmacılığı düşünmeden edemedim. Küçük bir çocuk için yapılan mezardan bunca eser çıkmışsa, Krallar Vadisi’ndeki onca boş bulunan mezardan kim bilir kaç eser çalınmıştı. Bu mezarlardan yağmalanan eserlerin birçoğu günümüzde Avrupa ve Amerika müzelerini dolduruyor.
HAN EL-HALİLİ ÇARŞISI GÖZ KAMAŞTIRICI
Kahire Müzesi gezimizin ardından Kahire’nin en meşhur çarşısı Han el-Halili’yi gezdik.
Sultan Berkuk'un emiri el-Halili, çarşıyı eski Fatımi mezarlığı üzerine inşa ettirmiş. Osmanlı döneminde Türk Çarşısı denirmiş. Türk olduğumuzu öğrenen esnaf, yine bize “Yavaş, yavaş, Hasan Şaş!” diye sesleniyorlardı.
Çarşıdaki hediyelik eşyalar müthiş göz kamaştırıyordu. Sokak satıcıları da pek boldu. Sayıları iki binin üzerinde olan antik Mısır tanrılarından en önemli olanlarının heykelleri çarşıda kapış kapış satılıyordu.
Atölyelerden aldığımız eserler çok kaliteliydi ama sokakta satılanlar da doğrusu hiç fena değildi ve hayli ucuzdu. Hepimiz kucaklar dolusu hediyelik eşya aldık.
Sonra, takı konusunda uzman arkadaşımız Ressam Şükran Pekmezci’nin peşine takılıp Mısır’ın ünlü yarı kıymetli taşlarını inceledik. Sokak satıcılarından aldığımız çerezleri birbirimizle paylaşıp dilediğimiz yerde oturup çay içerek çarşı turumuzu tamamladık. Pek çok arkadaşımız da Horos’un Gözü kolyelerinden almayı ihmal etmedi.
Keyifli çarşı turundan sonra akşam üzeri İstanbul’a uçuşumuz için Kahire Havaalanı’na geldik. Beş bin yıl öncesine bir yolculuk yapmak, çok ilginç bir kültüre tanıklık etmek, yeni insanlar tanımak harika bir duyguydu.