Ormanda geçirdiğimiz birinci günün hülasa-i müşahedâtını evvelki aydaki nüshamıza derç eylemiş idim. Hatta o zaman okuduğunuz fıkra-i cevelaniye mahallinde yazılmış idi. İkinci güne ait cevelan ise gece avdetle neticelendiği için fıkramızın mabadını şimdi yazdık. Alemdağı ormanında geçirilen birinci günün sonunda yazımı bitirir iken arkadaşlarım:
- Haydi! Elmalı suyuna gidiyoruz! diye bağırdılar.
Alemdağı’nın Taşdelen ile (Cesur Tepe) ve Alemdağı Köyü’nden maada şayan-ı temaşa mevaki arasında bir de Elmalı Suyu bulunduğunu daha İstanbul’da iken bile işitmiş idim. Elmalı Suyunu görmeden avdet edecek olur isek Alemdağı cevelanından noksan kalacağını hemen hükmetmiş idik.
Bir gün evvelsi gibi levâzım-ı tersimiye ve cevelaniyemizi ikmal ederek evvel emirde kahveciden Elmalı’nın tarifini istedik. Kahveci Elmalı’nın evvela iki olduğunu bunun birine büyük diğerine küçük dediklerini, asıl ziyaretin Büyük Elmalı’ya layık olduğunu haber verdi. İlaveten dedi ki:
-Büyük Elmalı’ya birisi ormandan diğeri köyden iki yol vardır. Orman yolunu kolay bulamazsınız. Vakıa biraz uzun sürer ama köye gidip oradan caddeden gitmeniz daha münasiptir.
Levazım-ı tersimiye ve cevelaniyeyi hamil olan merkepi dehleyerek dünkü yoldan Alemdağı Köyü’ne geldik. Bu köyün Taşdelen’den gelen yol tarafından alınan bir kıta resmipişgah temaşanıza va’z olunmuştur. Köydeki kahveciden dahi Elmalı’nın tarifini aldıktan sonra yola çıktık hatta orada bir zat:
-Elmalı menbaı pek güzeldir, adeta ufak bir şelaleyi andırır, resmi hoş olur, demiş idi.
Bu hevesle nev-umma cadde denilen yoldan gider iken daha başlangıçta şaşırdığımızı bir çobandan öğrendik. Çobanın ihtarı üzerine Alemdağı ormanının hudut teşkil eylediği bir tarla kenarına geldik ki işte buraya Küçük Elmalı tesmiye ediyorlardı.
Küçük Elmalı, Alemdağı ormanının en cesîm ağaçları ve sık korulukları ile teşkil eylediği zarif hudut üzerinde idi. Burada ufak bir yol takip ederek daima sağa sapınız ihtarını nazar-ı dikkatten dûr tutmayıp ormana girdik. Yarım saattir bizi cayır cayır yakan güneşin hararetinden dahi kurtulmuş idik. Ormanın serin sayesi içinde tatlı tatlı konuşarak yol alıyor idik.
Tatlı mükâleme, neş’eli cevelan çok sürmedi. Takip ettiğimiz yol dik bir yokuşun üzerinde ve geçilmez dikenler arasında kayboldu. Birbirimize mütehayyerane bakmağa başladık.
İçimizde en cesurumuz:
- Hele biraz daha gidelim! Bakalım ne olur?
Dedi, bir gayret daha gösterdik amma o gayret dahi ağaçların arasını setreden dikenlere tâb-âver-i mukavemet olamadı, cesur arkadaşımız bile:
-Burada dama (pes)!
Diye bağırdı. Tekrar aşağı döndük. Hayli bir meşakkatten sonra geldiğimiz yolu bulduk. O yolun sağ cenahında bir güzergâh daha görülüyordu. Anlaşılan kahvecilerin ihtarını şu noktada unutmuş da sağ yerine solu tutmuş olduğumuza karar verdik. Yeni yola girdik. Burası bir çeyrek (saat) kadar devam ettikten sonra bizi bir ufak su mecrasına çıkardı. Mecradan akıp giden hafif ve soğuk suyun Elmalı menbaından gelmekte olduğunu iştibah göstermeği hata saydık. Suda yüzümüzü, gözümüzü yıkadık, şöylece iki saattir devam eden yorgunluğun hararetini biraz serinlettik.
- Arş ileri!
Kumandasına uyarak ufak (dar) yolu tuttuk. Aradan üç çeyrek (saat) kadar geçmiş idi ki yolun bizi ormandan çıkarıp dağ caddelerine düşürdüğünü bir hayret-i fevkalade ile gördük. Şu muvaffakıyetsizlik bizi bir müzakere-i cedideye mecbur eyledi. Zira Elmalı suyu diye ormanın içinde dolaşmaya devam edersek ağaçların da henüz pek ufak olan elmaları büyüyecek yetişecek de biz yine ormandan çıkamayacağız. Arkadaşlarla cereyan eden müzakere böyle beyhude dolaşmaktan ise geldiğimiz yoldan avdet kararına müncer oldu. Döndük.
Üç, beş dakika sonra:
- Yahu geldiğimiz yol bu mu idi?
Sualleri her ağızdan çıkmağa başladı. Vakıa avdet edelim der iken biz geldiğimiz yolu bile kaybetmiş idik. Artık mesele gülünecek halden çıkmış idi. Dünyada düşenler ile ormanda yolunu kaybedenlere gülmemek kabil değildir, derler. Biz yolu kaybettiğimizi anlayınca sabahtan beri devam eden neş’eyi kaybetmiş, gülmek nöbetini halimizi işitenlere bırakmış idik. İçimizde bulunan gayet latife-perdâz bir zat bile iki saattir şakır şakır şakırdar iken çehresini asmış, somurtmuş idi.
Yolun kaybolduğunu anladıktan sonra önümüze çıkan bir güzergahı tuttuk. Bahtımıza diye yürümeye başladık. Saat ise beşe takarrüb eyliyordu. Tam dört buçuk saattir dolaşıyoruz demektir. Lalettayin intihap ettiğimiz güzergâh muttasıl devam ediyor. Onun devamı ise bizim endişemizi ve neş’esiz halimizi devam ettirmekten başka artırıyor idi. Yarım saat daha geçti. Gerçekten halimiz tuhaflaşıyor idi. Tam o esnada en öndekinden latife perdaz arkadaşımız kıvıra kıvıra oynamağa başladı. Şaşırdık:
- Ne duruyorsunuz be! Davul, zurnayı işitmiyor musunuz? İnsan ormanda yolunu kaybetmiş iken böyle davul, zurna sesi işitir ise sade sevinmekle kalmamalı, havaya uyup biraz da oynamalı.
Dedi. Vakıa dikkatli dinlenirse pek uzaktan doğru davul, zurna sesi geliyor. Hem gittiğimiz yolun sağ tarafından akseyliyordu. Arkadaşımızın neş’esine hep iştirak ettik:
- Aman! Ne iyi musiki! Diye davul zurnayı alkışlayarak sesin geldiği tarafı tuttuk. Biz gittikçe ses geliyor ama yol tükenmiyor idi. Nihayet tam saat altı buçuk idi ki, konak yerimize vasıl olduk. Fakat hepimiz dahi tâb ü tavandan kesilmiş idik (güçten ve kuvvetten düşmüştük). Konak yerinde kalanların;
- Elmalı suyu nasıl? diye vukubulan suallerine:
Şeker gibi! cevabını verdik, latifegü (şakacı) arkadaşımız ise:
- Adam! Su o kadar soğuk idi ki ağzımıza bile almadık. Şeker gibi dediklerine inanmayınız. Nasıl akdığını sorar iseniz davul zurna ile şöyle dökülüyordu, dedi ve parmağını alnı üzerinden geçirip ter damlalarını yere döktü.
Ne yapalım kısmette Elmalı’yı görmek yok imiş. Sade Elmalı’yı görmemekle kalmadık. Bu yorgunluk bizi başka yerleri gezmekten dahi mahrum bıraktı. Bu esnada nağmesiyle bize rehberlik eden zurnacı meydana çıktı. Adamcağız tarafımızdan gördüğü hüsn-ü iltifat ve kabulü bir müddet neye hamledeceğini tayin edemedikten sonra zahir kendi kendine bu olsa olsa maharet-i musiki şenasanemedir demiş olmalı ki kemal-i heybet ile bir ağaç dibine yaslandı, zurnasını öttürmeğe, davulunu çaldırmağa başladı. Hâlbuki bizden:
- Artık elverir!
Emrini aldığı vakit büsbütün şaşırdı. Manidar surette baş sallayarak çekildi gitti.
O kadar yorgun idik ki kurtuluşu rehberimiz olan zurnayı bile dinlemeye tahammülümüz kalmamıştı. Alemdağı ormanındaki ikinci yevm-i cevelanda hafızamızda gülünç bir hatıra bırakan şu yolu kaybettikten sonra bir tatlı yadigâr olarak mehtapta avdeti zikretmeliyiz.
Hakikat-i halde bedr-i tam halinde kubbe-i semâyı tezyîn eden kürre-i kamer etrafa o kadar ruhfeza iş’a tevzi’ eyliyor idi ki bunun temaşasına doyulmak kabil değil idi. O zamandan sonra (Dudullu) ve (Muhacir Köyü) civarına kadar arabalarımızı gayet aheste yürüterek manzaradan mümkün mertebe ziyade istifadeye çalıştık”.