1895 yılında Servet-i Fünun gazetesinin sahibi Ahmet İhsan öncülüğündeki bir grup gazeteci, Alemdağı bölgesine geziye çıktılar. Bu gezi sırasında yaşadıklarını ve izlenimlerini de Servet-i Fünun’da yayınladılar. Servet-i Fünun’un iki sayısında “Alemdağ’da Bir Cevelan” başlığı altında yayınlanan yazı şöyledir:
“İnsan mevsim-i baharda nasıl meftûn-ı çemenzar ise sıcak havalarda dahi büyük ağaç sayelerinin öyle müştâkıdır. Serin rüzgârın hubub eylediği zaman-ı şemsin inikâs-ı muharrikinden masun kalmak üzre bir büyük ağaç sayesine oturuldu mu hissolunan mahzûziyyet pek latif olur. İşte bunun içindir ki mevsim-i sayfta İstanbul halkının en kıymetli addeylediği cevelan Alemdağı ormanıdır, yalnız bir müşkilat varsa o da Alemdağı’na öyle ha denince gitmek kâbil olmamasıdır, zira oraya doğru bir tenezzüh-ü zevkperverâne icrası birkaç günü feda etmeğe, saatlerle yola tahammül eylemeğe mütevakkıf bulunuyor.
Şu müşkilâtı iktihâm ederek dünyanın en güzel meşceresinden madûd olan Alemdağı’na gitmeği çoktan beri emel edinmiştik; meğer kısmet bu bayram tatilinde imiş ki bayramın üçüncü günü akşamüzeri levâzım-ı seferiyeyi tedarik ederek hanemizden müfârekât eyledik.
Alemdağı’nda cevelan icrası fikrime ilk tebadür ettiği zaman şu tenezzühü tam resimli gazetecice yapmayı da beraber tasmim etmiş idim. Onun için zaman-ı hareketten evvel tanzim eylediğimiz levâzım-ı defteriyenin ser-bâlâsında “fotoğraf takımı” ve “hokka-kalem kâğıt” kelimeleri yazılmış bulunuyor idi.
Bütün mevsim-i şitâda gabar-ı metrûkiyet altında kalan fotoğraf âletini ihtimâm-ı mahsusla temizledim, şasilere camları taktım; çantasına yerleştirdim: Yanı başına defter-i hissiyatı da terfik eyledim; camlar hassas eczası sayesinde ormanın manâzır-ı muhtelifesini zabteyleyecek, defter ise muharrir-i acizin müşahedatını şâmil olacak idi. İşte şu sayede hem nazarınız matuf bulunduğu makale-i cevelaniyeyi okuyorsunuz, hem gazetemizin sahâif-i meyanına giren Alemdağı resimlerini temâşâ eyliyorsunuz.
*
Alemdağı cevelanı birkaç türlü icra olunur. Ya pek çokların yaptığı gibi nısfü’lleylide hareket eder, şafakla ormana varır, oradan akşamüzeri arş eyler, ertesi gece yarısı yerinize gelirsiniz. Yahut bizim gibi akşamdan yola çıkar, ormanda birkaç gece geçirdikten sonra evlerinize dönersiniz. Şu iki şıktan başka hayvanla bir kaç saat gidip gelmek de vardır; hatta ormanda bulunurken müsadif olduğumuz velospit süvarileri gibi hayvandan daha seri’ Alemdağı cevelanı icrası da kâbildir. Üsküdar’dan itibaren altı yedi saat yol zahmetine katlandıktan sonra ormanda cüzi müddet geçirir geçirmez tekrar dönüvermek öyle pek kolay kabul olunur meşakkatlerden olmadığı için biz Alemdağı cevelanına karar verirken ormanın sâyebân ağaçları altında hiç olmazsa iki gece geçirmeyi de tasvip etmiş idik; onun için yanımızda üç günlük nevalemiz, geceyi geçirmeye mahsus çadırımız, taze yemek pişirecek aşçımız, hatta orman dâhilinde gezerken fotoğraf takımımızı, sair yükümüz taşıyacak merkebimiz bile var idi. Vasıta-i nakliyemiz ise, öküz arabaları idi.
*
Cuma sabahı, saat 9.
Bülbüllerin âhenk-i latifi dün sabah beni pek erken uyandırmıştı; çadırdakilerin uykusunu bozmak istemeyerek çantamın gözünden kalemi kağıdımı alınca gayet cesim bir meşe ağacının dibine oturdum. Evvelsi akşam vakt-i harekette hava birdenbire kararmış, hafif yağmur da başlayarak mehtabı kâmilen hükümsüz bırakmış olduğu için Kısıklı’dan ta orman medhaline kadar süren yolda nim-i zulmet içinde gelmiş idik; bir defa ormana girdikten sonra karanlık büsbütün kesb-i kesafet etmiş idi. Onun için gece saat üçte muvasalat edip de çadırımızı kurduğumuz mevki, etrafının halini o gece hiç görmemiştim. Hâlbuki akşam bizi mahzun eden hava dün sabah fevkalade küşade ve latif idi, ziya-yı şems eflake ser çekmiş meşelerin dalları arasından zir-i zemine irice elmaspareler gibi inikâs eyliyor idi. Binaenaleyh ormanda konak ittihaz ettiğimiz noktayı ancak muvaseletin ferdası temaşa eyleyebilmiş idim. Olduğum yer bir yokuş üzerinde idi, yokuş bir hayli aşağı indikten sonra bir boğaz teşkil edip karşı tarafa doğru tekrar yükseliyor, her tarafında zemin, irtifaı fevkalade bir mertebeye vasıl olmuş gayet cesîm meşe ağaçları ile mestûr bulunuyor. Meşeler sütun gibi müstakimen yükselmişler, bu sütunlar göz alabildiği kadar birbirini velî ederek devam edip gidiyor:
Sema ağaçların dalları arasından parça parça güç tefrik olunuyor. Önümüzde, uzağımızda, karşımızda birtakım arabalar duruyor, onların halkı da bizim gibi ya çadırda yahut tente altında bulunuyorlar iki sath-ı meilden müteşekkil derenin ortasında içine merdivenle inilir bir çeşme var, burada iki oluktan akan su meşhur “Taşdelen” suyudur. Çeşmenin yanı başında köy manzaralı bir ufak kahve görünüyor: Oradan gelen bir fincan kahveyi içerek derin bir istiğrâka daldım. Bülbüllerin ahengi, ormanın manzarası, zeminden, ağaçlardan dağılan revâyih-i latifenin tesiri, sabahın hal-i câvidânîsi bu istiğrâkımı artırıyor idi. Hakikaten bir hayat-ı taze buluyor idim.
*
Biraz sonra refiklerimiz de uykudan kalktılar, sabah keyfini hakkıyla getirmeye meydan bırakmadan bir cevelan-ı sabaha karar verdik; merkebe fotoğraf takımını kahvaltıyı yükledik, Taşdelen suyu ile yüzümüzü gözümüzü yıkadık, kahvehanenin önünden giden güzel bir orman caddesini tuttuk. Bu cadde bizi doğruca Alemdağı Köyü’ne götürecek idi. Caddemizin iki tarafını yine o cesîm ağaçlar birbirine gayet sık olarak ihâta etmiş, göz alabildiği kadar uzaklara gitmiş idi. Gittikçe ısınmakta olan güneşin tesirini hiç hissetmiyorduk. Latif bir saye içinde idik. Kahvehaneden itibaren gittiğimiz yol tekrar diğer cihete inmeye başladı, orada bir de ufak köprüye müsadif olduk, manzara o derece ruh-fezâ idi ki, derhal fotoğrafın dürbününü köprü üzerinden koruluğa doğru tevcih eyledik; birinci sahifemizde seyreylediğiniz resim meydana geldi.
Bu köprüden Alemdağı Köyü on dakikalık bir mesafededir; köye kadar hemen koruluktan hiç çıkmadık, köy ise dört tarafı ormanla çevrili fevkalade ruh-fezâ bir mevkide kâin idi. Buraya İstanbul’un muhtelif noktalarından pek çok zevat geldiği için onların himmeti sayesinde köy iyice kesb-i umran etmiştir; güzel kahvehaneler, evler ve misafirhaneler var. Kahvehanelerle köy medhalini görüntülemek üzere bir kıta resim gelecek nüshamızda görüşlerinize sunulacaktır.
Alemdağ Köyü en latif tebdil-i âb ve hava mevkiidir; zira tebdil-i âb ve havadan maksat ceyyit hava ile saf sudan ibaret olduğuna nazaran İstanbul civarının hiçbirinde buradaki kadar ceyyit hava, saf su bulunamaz. Ormanların en birinci özelliği havayı tasfiye etmesidir; binaenaleyh köyde teneffüs olunan hava her türlü mevadd-ı muzırradan ârîdir. Suların en alası ise ormanlarda kayalardan çıkanlardır; Taşdelen suyu kadar saf vasıflara sahip başka bir kaynak suyu bulmak mümkün değildir. Hülasa burada insan havanın safını teneffüs eder, suyun halisini içer, Alemdağ’ı gibi eşsiz bir orman derununda cevelan ederse tabii en mükemmel devayı bulmuş olur.
Köyden biraz nevale tedarik eyledik, yine geldiğimiz yolu tuttuk; zira arkadaşımızdan birisi:
Ormanda sakın caddelerden ayrılmayın, sonra saatlerle dolaşır da içinden çıkamaz, kaybolursunuz demiş idi; ormanda yolunu kaybedip de taraf taraf dolaşan bir adam kadar gülünç şey olmayacağı için yine biz caddeyi tuttuk; hâlbuki kısmet de yol kaybetmek bile varmış.
*
Dün öğleden sonrasını ormanın şimal tarafında bir büyük gezinti ile geçirdik. Şimal dedim de hatırıma geldi, ormanlarda elde pusula bulunmazsa tayin-i cihet pek kolaydır, onun için kapalı havalarda hatta gece bile orman dâhilinde o ormanın ağaçları sayesinde tayin-i cihet kâbil olur. Ağaçların üzerlerindeki yosun kadar sağlam pusula olmaz. Bu yosunlar her tarafta şimale müteveccihtir. Binaenaleyh bizim öğleden sonradaki cevelanımızda ağaçların yosunsuz tarafını önümüze alarak dolaştık, o sayede semt-i şimali hemen hiç inhirafa uğratmadık.
Yolumuz bizi evvela Mütevelli Kuyusu denilen bir yerden geçirdi ki burada derin bir musluktan gayet güzel su akıyor. Dediklerine nazaran sabahleyin ziyaret eylediğimiz köye kadar gidiyor imiş. Mütevelli Kuyusunun az ilerisinde yol derin bir dereye iniyor ki bu noktadan gayet soğuk bir su çıkıyor. Suyun çıkış yeri fevkalade büyük kayalar altından olduğu için manzarası şayan-ı temaşadır. Vaktiyle bir takım sariklerin (hırsızların) bu kayalar içinde sakladıkları emval-i mesrukadan (çalıntı mallar) kinaye olarak ismine Mal Kuyusu tesmiye etmişlerdir. Menbaın başına geldiğimiz zaman güneş semt-i re’sden gurup tarafına inhiraf ettiği için büyük kayaların fotoğrafını almayı ferdayı ta’lik ederek (erteleyerek) yolumuzda devam eylemiş idik.
Yol gittikçe sık ve sarp koruluğa giriyor ve zemin dik bir yokuşla yükseliyordu. Saat gündüzün en sıcak zamanına müsadif olduğu halde şu dik ve sarp yollarda hararetten eser hissetmiyorduk. Hatta bazı yerlerde üç beş arkadaş el ele verip birbirimizden istiâne etmedikçe (yardım almadıkça) kat’-ı mesafe eyleyemiyorduk.
Hatt-ı hareketin gittikçe irtifalanması ara sıra pişegahımıza öyle manzaralar arz ediyordu ki temaşasıyla hep birden hayran kalıyorduk.
Tuttuğumuz şimal yolu meğer bizi dağın en mürtefi’ zirvesine kadar çıkaracak imiş, koruluk arasından şu mürtefi’ zirvenin bulunduğu noktayı görünce oradan nazar-ı temaşanın pek uzaklara kadar gidebileceğini düşündük. Çıplak halde bulunan şu tepeye behemehâl çıkmayı kararlaştırdık. Korudan tepeye kadar etraf hep fundalık idi. bunların arasından geçmek müşkilatını tepede pîşe-gâhımıza çıkan manzara onu tattırmamış olsa idi çok hayıflanacak idik.
Tepeden etrafa atfolunan nazarda Çamlıcalar, Marmara, İzmit Körfezi, Anadolu Ovaları, Bahr-i Siyah’ın hüzün verici rengi, Beykoz tepeleri gibi geniş bir ufuktan sonra inişli çıkışlı arızalı bir zemin üzerine yayılmış ve yeşil rengi ile gözleri kamaştıran Alemdağı Ormanını bütün güzelliğiyle gösteriyor, bu ormanın ötesine berisine serpilen birkaç köy ve çiftlik manzaraları da panoramaya bir başka güzellik katıyordu.
SPOT: Taşdelen suyu kadar saf vasıflara sahip başka bir kaynak suyu bulmak mümkün değildir. Hülasa burada insan havanın safını teneffüs eder, suyun halisini içer, Alemdağ’ı gibi eşsiz bir orman derununda cevelan ederse tabii en mükemmel devayı bulmuş olur.