‘’Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma, yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur!’’
Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş böyle tanımlar türkü söyleyen sanatçıları. Biz de ezgilerin, deyişlerin, yüreğimize kazınmasını sağlayan; çok küçük yaşlardan beri türkü besteleyen; geçmişteki türkülerle aramızda bağ kuran çok kıymetli bir isimle bir araya geldik. O; birçok sanatçının albümünde imzası bulunan, Şener Şen’in unutulmaz filmi Eşkiya’nın müziğiyle hafızalarımıza kazınan, İsmail Hakkı Demircioğlu ile 10 albüme imza atan Türk Halk Müziği duayeni Erkan Oğur…
Müzik hayatına nasıl başladınız?
Buna tarih belirtmem imkansız. Birilerinden bir şeyler duyarak başladım diyebilirim. Annemin söylediğine göre eskiden radyoda çalınan parçaları başkalarından duyarak mırıldanır, sonra onu müzik enstrümanıyla (ud, kopuz, keman, bağlama, perdesiz gitar) çalarmışım. Bu duruma içimde kalan bir dürtü de denilebilir. Ben de bu dürtü ve isteği geliştirerek başladım müziğe. Yani benim müzik hayatım bebeklikten başlayıp, geleceğe kadar devam eden bir yolculuk...
Müzik sizin için ne ifade ediyor? Müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Müzik hayatın kendisidir! Hayatımızda neler oluyorsa, o duyguların aynısını müzikte görebilirsiniz. Hayatıma öyle sirayet etmiş ki buna tükenmeyen bir tutku da diyebilirim. Kendime göre müziğimi şekillendirebiliyorum. Her duyguyu, gördüğümüz her şeyi müzikle tarif edebilirim. Örneğin karşımızda duran iskemle başkasına göre sıradan bir şey ama bana göre bir müzik çünkü renginin sarı olması bende bir çağrışım, bir nota uyandırabilir. Müzik bana göre gizemli, ucu bucağı olmayan bir derya. Müziğimi tanımlamak konusuna gelince; öyle bir tanım yok. Duyduklarımız, hatırladıklarımız, içimizden geçen duygular kişiye göre farklı duygular yansıtıyor olabilir. Kişiye özel de olabilir ama böyle tanımlıyorum. Herkesin kendine göre müzik dünyası, müzik anlayışı da olabilir. Buna sesimizin yansıması da diyebiliriz. Ben müziğimi kendi sesime göre adlandırıyorum. Başkasına göre sıradan olan, üzerinde hiç durulmayan şeyler bana göre müziğin yansımasıdır. Değeri bilinmeyen, unutulmaya yüz tutmuş parçaları seslendirerek onlara misyon yüklemek eşsiz bir ruh hali.
Birçok farklı müzik türü icra ettiniz ve etmeye de devam ediyorsunuz. Kendinizi hangi tarza ait veya yakın hissediyorsunuz?
Elazığlı biri olarak; kendimi daha çok folklorik, yerel ve Doğu Anadolu yöresine aitmiş gibi hissediyorum. Müzik tarzlarının en evrensel biçimde ‘‘bir olduklarına inanan’’ biriyim. Bütün dünyada, insanın anlayabileceği, yorumlayabileceği müziklerin -teorik ve felsefi olarak da- kainata ait olan seslerin ortak olduğunu, ayrım yapmadan bir olduğunu düşünenlerdenim. Onun için kulağa hoş gelen, yüreğe dokunan her ezgiyi, her türküyü, her deyişi icra ediyorum.
Konserlerinizde neden insanların bildiği türküleri söylemek yerine kimsenin duymadığı ve aşina olmadığı deyişleri okuyorsunuz? Hatta konsere başlamadan önce “çekeceğiniz eziyet için özür dilerim” diyorsunuz.
Aslında duyulan türküleri de söylüyorum ama böyle algılamasının temelinde söylediğimiz, çaldığımız deyişlerin içeriğinin çok boyutlu olması yatıyor. Daha çok sosyal içerikli, zamana yayılmış, hem ürediği zamanda hem şimdiki hem de gelecek zamanda geçerli olan, yıllar geçse de etkisini kaybetmeyen içerik varsa onu tercih etmeye, söylemeye özen gösteriyoruz. Çekeceğiniz eziyetin sebebi ise seslendirdiğim deyişlerin içeriğinin çok geniş olması, bu içeriğin anlamlarını, özünde verdiği mesajı kitlenin zaman zaman algılayamaması olabilir.
Günümüz şarkılarını ve türkülerini nasıl yorumluyorsunuz? Geçmişte hayatın yansıması, yaşanmışlığın öyküsü olan türkülerle günümüzü değerlendirirseniz nasıl farklılıklar görürsünüz?
Geçmişte müzik azdı ve o yüzden de çok kıymetliydi. Günümüzde çoğaldığından değeri ve niteliği azalıyor, geçmişten gelenlerin bir niteliği, bir hazzı oluyor. Bu sebeple bizim için geçmişten gelen müziğin, o azlığın ulaştığı yüksek seviye, mücevher kadar kıymetli. Geçmişte bir yaşanmışlık vardı. O söze, müziğe dönüştüğünde ortaya yüreğinizi koymuş olurdunuz. Bir tat alırdınız. Biz de bu yüzden eskileri tercih edip unutturmamaya, hatırlatmaya çalışıyoruz. İsmail Hakkı Demircioğlu ile birlikte o değerleri günümüzde söylemeye, unutturmamaya gayret ediyoruz. Bunu yapmaktan çok büyük zevk alıyoruz. Bizim için ne kadar eskiyse; bize o kadar farklı, taze geliyor. Ne kadar uzun bir geçmişten, uzaklıktan geliyorsa; biz o duyguya o kadar yakınmışız, o duyguyla iç içeymiş gibi hissediyoruz. Geçmişteki müzik özdü ve öze dönmeyi öncülüyordu. Ben eskiden geleni tercih ediyorum. Günümüz müziği bence geçmişin dinamikleri üzerine inşa edilmiş bir tür. Yeni bir şey yok, şu an, geçmişimiz var. Kendinizden kaçışınız geçmişle yüzleşmek gibi... Geçmişten gelen müzik; bizden ne kadar uzaksa, toprağın altında keşfedilmeyen arkeolojik bir eser gibi işleyip, keşfedip, gün ışığına çıkarıyoruz. Bundan da çok büyük mutluluk duyuyoruz.
Birçok enstrüman çalıyorsunuz. Özellikle kopuz ve perdesiz gitar icadının Türk Halk Müziğinde bir kuralsızlığı tetiklediğini düşünüyor musunuz?
Halk Müziğinin kendisinde zaten “kuralsızlık kuralı” var. Bu müzik türü kendi kuralını; zamanına, yerine, yaşanmışlığına göre oluşturup koymuştur. O kuralsızlık hissi aslında negatif bir şey değil, özgürce bir durum. O özgürlük, kendi kuralını bu yapı içerisinde oluşturmuş ve tarihe ismini yazdırmıştır. Kopuz ve perdesiz gitar da bu tür içerisinde kendine yer edinmiş fakat geri planda kalmıştır. Ben de bunların üzerinde yoğunlaştım, çalıştım, halen de çalışmaya devam ediyorum.
Bunca zaman icra ettiğiniz müzik türünün ‘insanı özüne döndüren’ aslında modernliğin kuşatmasına karşı sessiz bir meydan okuma olduğunu hiç düşündünüz mü?
Müzik aslında özgün bir konu, müziğin kendi içerisinde kuralsız olan ve değişim gösteren bir yapısı var. Öze dönmek bir kaçış mıdır yoksa yeniyi bulma arayışı mıdır? İnsanoğlu yıllardır hep müzikten kaçar. Kaçtığı yerde durup düşünüp öze dönüş gibi hissederse o zaman öze döner. Modernlik açısından ele aldığımızda ben geçmişten gelen biri olarak geçmişi; geleceğe tercih edenlerdenim. Çünkü geçmiş ve şu an var, gelecek ise tamamen hayal ama tasavvur ediyorsun. Bunun için yeni müzik türü yok, tamamen eskinin dinamikleri üzerine kurulmuş bir yapıyı görüyoruz. Şu an yaşadığın zamanda şunu yapacağım, bunu yapacağım diye kestirebilirsin ama gelecekle ilgili sadece tahayyül edebilirsin. Müzik de buna benzer. Somut olarak ele aldığımızda şu anı ve geçmişi değerlendiriyoruz. Günümüze gelen kayıtların hepsi eskiden gelendir. Onun üzerine bazen inşa ediyoruz ama temel bakımından eski varlığını halen korumakta. Müzikle aramızda zaman farkı var. Müzik geride, kişiler ilerdedir. Müzikte yeni diye kavram pek yok gibi ki bunun nedeni de müzik sesleri doğada zaten belirlenmiş. Bizim duyum aralığımızdaki frekans farkı 16 hrs’den 3000 hrs’ye kadar duyup hissedebiliyoruz. Ne var ne yok o kainatın ve doğanın sesi müziğin içerisinde vuku bulmuş. O sesi müziğe dönüştürürken, kemanla, kopuzla, perdesiz gitarla, insan sesiyle o verilen sesi çıkarabilirsin. Günümüzde enstrümanların şekli ve görüntüsü değişiyor ama kainatın sesi, müziğin içeriği değişmiyor.
Günümüz toplumunda her şey çok çabuk tüketilirken, geçmiş zamandaki türküler ve eserler halen ilk günkü haz ile dinleniyor. Bu geçmişe duyulan özlem mi yoksa türkülerin yaşamımıza gerçek anlamda dokunması mı?
Türküleri bu yönüyle dinleyen kitle mutlaka var. Bu kitle yıllarca varlığını da sürdürecektir ama maalesef bir o kadar da bu türkülerden haberi olmayan, ilgi duymayan, pek önemsemeyen, kafası karışık olan, türküleri dinlemekle dinlememek arasında kalan bir kitle var. Bu durum ülkenin müziğe bakış açısıyla ilgili. Tabii ortada yadsınamayan gerçeklik de var. Bir türkü, deyiş ya da müzik parçası oluşmuşsa, olmuşsa artık yok olamaz, o varlığını hissettirir. Aşina olmuşsunuzdur ya da duymamışsınızdır, haberiniz de olmayabilir, o parça üzerinde durulmamış da olabilir ama o parça müzik literatürüne girmiştir. Parçaya ulaşıp ulaşmamak, onu öğrenip öğrenmemek kitleye özgü bir durumdur.
Sanatçılar toplumu hangi yönde ve ne şekilde yönlendirmeli? Bu yönlendirmeyi hakkıyla gerçekleştiremeyen sanatçıların olduğunu düşünüyor musunuz?
Sanatın kitlesel gücü var. Her sanatta olduğu gibi müziğin de kitleyi etkileyen, kitleye nüfuz eden bir gücü var. Bu güç nedeniyle sanatçının da topluma karşı olumlu işler yapmak gibi bir sorumluluğunun olduğuna inanıyorum. Sanatın doğasında sorumluluk ilkesi vardır çünkü sanat öncüdür; halka, topluma en önemlisi de sanatçıya kapı açar, yol gösterir, buluş yaptırır, insanlığa katkı sağlar, insanlığa her açıdan farkındalık kazandırır, insanın zekasını ve estetik duygularını geliştirir. Sanatla ilgilenen kişiler açık görüşlü olurlar. Düşünceleri yoğun olduğu için aynı anda birçok şeyi sentezleyebilirler. Sanata yön veren kişiler; insanlık tarihinin her döneminde, zaman diliminde olmuştur, olmaya da devam edecektir. Tabii günümüzde bu yönlendirmeyi hakkıyla yapamayan sanatçılar da var ama isim vermem pek doğru olmaz. Yapım gereği sanata, hayata ve insanlara pozitif bakan hümanist biriyim.
İsmail Hakkı Demircioğlu ile çok uzun süren arkadaşlığınız ve dostluğunuz var. İsmail Hakkı Demircioğlu’nu bize anlatır mısınız?
İsmail Hakkı Demircioğlu ile 1987 yılında İstanbul Devlet Konservatuarında aynı sınıftayken tanıştık. O zamandan beri süren bir arkadaşlığımız var. İsmail Rizeli, Ben Elazığlıyım. Önceleri kendi kendimize çalar söylerdik sonrasında İsmail ile profesyonel işler yapalım diye albümler çıkardık. İsmail’in sesinin gümbürtüsünün arkasına sığınarak çalıp söylüyorduk, halen de o şekilde devam ediyoruz. İsmail’in gür sesi sayesinde o günlerden bu günlere geldik. İlk başlarda tek başıma çalmaya utanırdım. Onun gibi gür sesim yoktu. Onun sesiyle utancımı kamufle etmiş oldum. İsmail’in bana böyle bir yararı da oldu. İsmail ile yaşam biçimlerimiz de hemen hemen benzer; aynı kitapları okuduk, aynı yemekleri seviyoruz. Onun yapısında biraz inatçılık var bunun sebebi ise Karadenizli olmasında saklı. Ben onun memleketine gittiğim zaman düzlük yok, her yer yokuş. O benim memleketime geldiği zaman, yokuş yok her yer düz. Bazen birbirimize memleketlerimizin farklılıklarından bahsedip takılırız. Rize yemyeşil yer, her taraf orman ama insanlar o yerleri terk ediyor, bu çok tuhaf. İsmail de terk eden kesimden. Bazen ona diyorum ‘’Böyle güzelim yer terk edilir mi?’’ diye.
17 sene sonra Bilinmeyenle Karşılaşmak albümünü çıkardınız. 17 sene beklemenizin sebebi nedir?
Aslında öyle görülüyor ama o süre zarfında bireysel çalışmalar da yaptık. İsmail Hakkı Demircioğlu ile yaptığımız albüm çalışmasının arası o kadar uzun. Biz o süre zarfında Türkiye’nin hemen hemen her yerinde ve Avrupa’da konserler verdik. Belki de albüm çıkarmaktansa o süre zarfında canlı konserler vermek bize daha cazip gelmiş olabilir. 17 sene ara vermemizin nedeni canlı müziği insanlara iletmenin daha iyi olabileceği kanısındaydık. Kaydetmenin, albüm yapmanın yaptığımız işi etkisiz kılacağına inananlardanım. Sonuç olarak İsmail’le geçmişte 10 albüm yaptık. İsmail’e albüm yapmaktansa, canlı müzik yapmayı telkin ettim ve sanırım o yüzden 17 sene ara vermiş olduk. Kaydedip müziği öldürmektense az kitle de olsa onlarla buluşup, yeni yapacağımız şeyleri dinleyip, dinletip paylaşmak; hafızalarda yer edinmesini sağlamak, o anı yaşatarak canlı müzik yapmak ve konser vermek daha iyi bir fikir gibi geldi. Bilinmeyenle Karşılaşmak albümü geçen sene çıkmasına rağmen bizim için hiçbir şey değişmedi.
İsmail Hakkı Demircioğlu ile sesleriniz farklı o bas siz tiz söylüyorsunuz. Bunu nasıl harmanladınız?
Evet onun gür bir bas minör sesi benim de tiz sesim var o yüzden parçaları 2 oktav farklı ses ile söylüyoruz. Harmanlamamızın sebebi ise müzikteki basit aranjman mantığı diyebilirim. Teori olarak bas sesler ile tiz sesler arasında mesafe vardır. Sesler arasında mesafe olunca onun düşünme alanı genişler, bir şeyler yapabilme olanağın olur. O seslerden oluşan alanın içine o anda başka frekansları enstrüman seslerini yerleştirebilirsiniz. Müziğin içsel armonisiyle ilgili mantık oluşur. Daha doyurucu, dinleyene daha haz veren, kompakt bir etkisi meydana gelir ki bu tamamen müziğin aranjman kısmıyla ilgilidir.
Biraz da Yavuz Çetin’i yâd edelim. Yavuz Çetin ile çalıştınız. Bize kendisinden bahseder misiniz?
Yavuz, genç jenerasyonun çok iyi blues çalan gitarcılarındandı. Bana göre Türkiye’nin en iyilerinden biriydi. Mükemmel bir müzik kulağı, tuşesi olan, kendi müziğini üreten, bestelerini ve sözlerini kendisi yazan, donanımlı, çok yetenekli birisiydi. Çok duygusal bir yanı vardı. Blues müziğinin hakkını veren, bu tarzı ender çalan gitaristlerdendi. Her türlü gitardan çok iyi sesler çıkaran bir yeteneği vardı. Onunla zaman zaman çalışmalarımız oldu ben onu dinlemekten keyif alırdım. Sahne aldığı yerlere gider, hayranlıkla onu dinlerdim. Orijinali daha uzun olmakla beraber Dünya parçasını beraber yaptık ki bana ondan kalan yadigardır.
KISA KISA SORULAR
Hayat Felsefiniz nedir?
Dürüstlük ve çok çalışmak…
Fizik bölümü mezunusunuz. Mesleğinizi yapmayı hiç düşündünüz mü?
Kötü bir fizikçi olmaktansa müzikle uğraşmayı tercih ettim. İnsanlığa katkımın bu yönde daha çok olacağını düşündüm.
Hayran kitleniz kimlerden oluşuyor. Onlara vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Hayran kitlesi demek doğru olmaz. Beni dinleyenler arasında gençler de çok, yaşlı insanlar da. Gençlerin İsmail ile beni dinlemesini belli ölçüde sağladık. 30 yıldır değişmeyen orta yaşlılardan oluşan güvenilir bir kitlemiz de var. Türkülerimizden ve deyişlerimizden haz alıyorlarsa biz de kendi adımıza mutlu oluyoruz.
Kendi enstrümanlarınızı yaptığınız doğru mu?
Bütün enstrümanları kendim yaparım. Keman, ud, perdesiz gitar, kopuz hepsini… Bu uğraş benim için bir hobi, bir oyuncak gibi. Müthiş keyif alıyorum çünkü yeni bir şey meydana getiriyorsunuz. Kesinlikle ticari amaçla enstrüman yapmam, yapıp satmak gibi ticari kaygım yok.
Müzik dışında ne yapmaktan keyif alıyorsunuz?
Çok hızlı araba kullanmaktan keyif alıyorum.
Birçok sanatçıyla çalıştınız. Hayran kaldığınız sanatçılar var mı?
Müziği dürüstçe ve inandırıcı yapan herkesi ayrım yapmadan dinliyorum. Müziğin özünde yaptığınız işe inanmak ve kişileri inandırmak var. Böyle sanatçılar var ama isim vermem.
Genç sanatçılara tavsiyeleriniz neler?
Bu işe gönül veriyorlarsa çok çalışsınlar. Bir eser üzerinde 10 sene çalışıp o eseri çok sevip öyle ortaya çıkarsınlar. Kendilerinden emin olup öyle yola çıksınlar. Yıllar geçse de kalıcı olsunlar, unutulmasınlar.
Röportaj – Fevzi ÖZMEN