Her yerde, her şeyde bir “şey”… Nedir Allah aşkına bu “şey”? Ya da olmasaydı bu “şey”, nasıl anlatılırdı bu şey, şu şey, o şey?
Nasıl seslenirdik “Şey, bakar mısınız?” diye… “Bir şeyler getir…” derken o şeyleri nasıl da tek tek sayardık canımız o kadar sıkkın, vaktimiz o kadar dar ve hatta değerliyken… Hatırımıza gelmeyen bir nesneyi “Şey işte yaa…” deyip nasıl işin içinden sıyrılabilirdik ki?.. Zikretmek istemediğimiz isimleri ya da olayları nasıl anlatabilirdik? Bir düşünsenize, “Şey olmasaydı keşke, anla işte…” demenin daha kısa yolu ne olurdu o zaman? “İnsanın başına gelebilecek en iyi şey.” derken bile, mutluluğumuzu kısa kesmenin bir yolu muydu bu? “Ne güzel şey seni hatırlamak…” derken, gerçekten de ne kadar güzel olduğunu ifade edememek miydi o şey? Yoksa, “Kendini bir şey sanma!” derken, karşısındakine nasıl bir sıfatı yakıştırma hakkını ona teslim etme nezaketi miydi?
“Şey değil miydi o?” diye cümleyi başlatıp yanımızdakilere nasıl cevaplatırdık? Cevaplatabilmenin kısa yolu muydu bu, beynimize milletçe vermiş olduğumuz talimatın kodlanmış hâli miydi?
Neydi bu “şey”? Ya da bu şey, nasıl bir “şeydi”?
Bir sürü örnek dizmek yerine, “Bu gibi şeyler işte…” demenin diğer bir adı mıydı? Adını bilmediğimiz, kendimizi bilmek zorunda hissetmemek adına araladığımız kapının adı mıydı?
Taşınması çok güç kelimelerin yerine geçecek bir “kelime kahramanı” mıydı bu “şey”? Yoksa onların haklarını tecavüz eden, onlar yerine hep “ben” diyen ve kendisini de girdiği her yerde kabullendiren bir “şey” miydi, bu şey?
Nasıl bir şey bu “şey”, darda kaldığımızda kurtaran mıydı; yoksa kurtarıcı gibi gözüküp kolaya kaçmaya meyilli hâlimizi kullanıp beynimizi körelten miydi?
Olacak “şey” değil belki ama biz bu “şey”den bir “şey” anlamadık… Bu “şey”, “hiçbir şey” gibi görünse de, aslında “çok şey” ve hatta “her şey” oluvermiş. “Şey diye bir şey yoktur!” diyebiliyorsak hem de…
Anlayacağımız, yok böyle bir şey!
Hamza KAYA
Edebiyat Öğretmeni